Önceki gece İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen 26. İstanbul Caz Festivali’nin ödül gecesindeydik. Avusturya Konsolosluğu Avusturya Kültür Ofisi Bahçesi’nde gerçekleştirilen törene kalabalık bir izleyici/dinleyici kitlesi coşku ve neşeyle eşlik etti.
Törende Ömür Göksel’e Yaşam Boyu Başarı Ödülü takdim edildi.
Biz gözümüzü Ömür Göksel’lerle açtık dense yeridir. Çocukluğum, “Sevemem Artık”tır!
Ama işte bugünümde de hâlâ gencecik bir ruhla ödül töreninde sahnede Hasan Hürsever Trio eşliğinde pırıl pırıl döktüren bir Ömür Göksel var!..
Mazisi olmayanın istikbali de olmaz. Ömür Göksel bu sözün benim açımdan can bulmuş hali olarak duygu tellerimizi titrete titrete, nerelerden nerelere nasıl düşe kalka geldiğimizi hatırlata hatırlata ve “Yaşlandıysak da iyi yaşlandık” dedirte dedirte karşımızdaydı o gece…
Bir diğer Yaşam Boyu Başarı Ödülü de Ömür Göksel’e “Üçlü”sü ile eşlik eden Hasan Hürsever’e verildi. Ömrünü caz müziğine vermiş usta davulcu, oğulları Volkan Hürsever (kontrbas) ve Hakan Hürsever’le (piyano) birlikte nefis bir açılış konserine imza attı ayrıca…
Ardından hepimize “kadın gücü”nün farkını duyumsatan müthiş performanslarıyla Barselonalı 11 kadın müzisyenin, klarnet, trompet, trombon, korno, tuba, davul ve perküsyonlarıyla hayat verdiği Balkan Paradise Orchestra’yı büyülenmiş halde izledik.
Tadına doyulmaz, bitmesi hiç istenmez bir geceydi!..
***
Bunları İKSV’nin bu yılki caz festivali üzerine bir tanıtım olarak yazmıyorum; ne de etkinliğin sadece benim zihnimde, ruhumda, hatıralarımda çağrıştırdıklarını paylaşıma açma gibi bir öncelikle hareket ediyorum.
Asıl derdim başka…
Önceki gece ödül törenini izlerken, kültür-siyaset ilişkisi üzerine ve söz konusu ilişkinin bu ülkedeki seyrinin 17 yıldır başımızdaki dinbaz iktidar iradesi açısından hazin ve çökertici etkilerine yönelik düşünceler geçti en çok zihnimden…
İKSV, 1973 yılından beri işlerlikte olan bir kültür kurumu. Onun organize ettiği ve önünde saygıyla eğilinesi bir dizi etkinlik var: İstanbul Film Festivali, İstanbul Müzik Festivali, İstanbul Tiyatro Festivali, İstanbul Bienali, İstanbul Tasarım Bienali…
Ve işte İstanbul Caz Festivali de bunlardan bir diğeri.
Bu festival ilk olarak 1994 Temmuz’unda başlangıç yapmış.
Demek ki İstanbul’un “Tayyip Erdoğan aşkı”ndan bizar olması ile şehrin cazla aşkı eşzamanlı olarak başlıyor!..
Fakat “birinci aşk” İstanbul’a, elbette kendince bir “yerlilik-millilik” iddiasından ve kültür adına da “öz” olanın restorasyonundan hareketle, bambaşka bir “kostüm” giydirmeyi hedeflemekteydi.
Bu “Âşık” nezdinde caz da İKSV’nin etkinlikleri arasında yer alan diğer pek çok kültürel-sanatsal pratik de kısaca ve kabaca “kâfir mukallitliği”nden ibaretti. Yabancı hayranlığı, taklitçiliği, özentisi yani…
Hâlbuki burada bir parantez açmak gerekirse, bütün kültürler taklitle; daha doğrusu başka toplum ve kültürlerden alışverişle, maddi-manevi kültür ögelerinin intikali, sentezlenmesi, içselleştirilmesiyle yoluna devam eder.
Mesela İslam, Yahudilikten Hristiyanlıktan ve “Haniflik”ten (Cahiliye döneminde İbrahimî tektanrıcılık) intikallerle şekillenmiştir.
Türkler için de İslam başlangıçta “yabancı kültür”dür; zamanla (zorla ya da istenerek) benimsendi, içselleştirildi ve kendine has (“Türk Müslümanlığı”) hale getirildi.
Dolayısıyla fazla uzatmadan, “öz kültür” olmaz diyerek parantezi kapatıp konumuza dönelim!..
1. İstanbul Festivali 21 Haziran-15 Temmuz tarihleri arasında gerçekleşti
***
İKSV, Cumhuriyet’in (aslında 18’nci ve 19’uncu yüzyıl Osmanlı’sına kadar da geri götürülebilecek) Batı’ya ve sekülerleşmeye dönük kültürel yörünge değişiminin ürünü olan bir kurum… Ortaya çıkışında belirleyici olmuş Eczacıbaşı faktörüne bakıldığında bu daha iyi anlaşılır. Türkiye’de devlet eliyle önü açılan “seküler burjuvazi”nin Koç ve Sabancı ile birlikte sacayağını oluşturduğu düşünülen gruplardan üçüncüsüdür bu…
Elbette bu söylenenler bir olguya (“modernleşme”) işaret etmeyi hedeflemekte. Bu olgu da onun ortaya çıkış süreci de sorunsuz değil... Ve tabii bunu sıkı sıkıya sahiplenip benimseyenler de var, şiddetle reddedip karşısında olanlar da…
Ve de gayet iyi biliyoruz ki AKP’nin siyasi-ideolojik öncülleri, özünde böylesi bir seküler burjuvaziden çıkış bulan ve İKSV gibi kurumlarda somutlaşan kültürel örüntünün reddi ve ona karşıtlıkla ayırt edilmektedir.
O yüzdendir ki yıllardır uğraşıp didindiler bu kültürel örüntüyü toplum nezdinde değersizleştirmek, itibarsızlaştırmak, geçersizleştirmek ve bir başka “seçenek”le ikame etmek için…
***
Peki ne yaptılar, yapabildiler bu elde mevcut ve on yıllar içinde giderek olgunlaşıp rafineleşmiş, kendi kitlesini de azımsanmayacak oranda yaratabilmiş, “Batıcılık” diye kestirip attıkları kültürel örüntüyü tu kaka etmekten başka?..
İKSV’nin karşısına ne koyabildiler mesela?..
Hemen aklıma gelen, mahdum Bilal Erdoğan himayelerinde yerli mi yerli, milli mi milli, ananevi mi ananevi bir “iştiyak”la düzenlenen “Etnospor Kültür Festivali”. Bunun kültürel açıdan çarpan etkisi nedir, ne kadardır, varın siz değerlendirin!..
Ayrıca bir parantez daha açarak belirtmek gerekirse, hem (Yunanca halk demek olan ethnos’dan) “etno” hem de herkesçe bilindiği üzere “spor”, yine “diyar-ı küffar”dan alınıp bileşime uğratılarak bu “millî-yerli” etnospor tabiri türetilmiş ya, neyse!..
Peki başka ne var?..
Haz etmedikleri kâfir özentisi Reina gibi yerlerin kültürel çekiciliğini gidermek ve etki alanına nüfuz edebilmek için bol nargileli Huqqa var mesela…
Ve tabii “Taharetsiz Garp”tan intikal edip toplumda karşılık ve alıcı bulan ne varsa, hepsinin helalleşmiş sürümleri: Helal kola, helal ruj, helâl fondöten, helal parfüm, helal mayo, helal tatil köyleri…
***
Demek ki kültür adına ne yaptılarsa, aslında hem Batılı-seküler kültürel örüntüden nefretle, ama hem de alttan alta o kültürel örüntüye imrenme ve özenti ile yaptılar, yapmaya da devam ediyorlar.
Oysa başlangıçta Batı’ya yönelimle benimsenen ve geliştirilmeye çalışılan yeni (modern-seküler) kültürel örüntü, zaman içinde bu topraklarda mevcut kültürel motif, öge ve anlayışlarla sentezlenip yerlileşmeye de uğradı. Sanatta, müzikte, edebiyatta, popüler kültürde bunun böyle olduğunu, sosyolojik/antropolojik açıdan reddetmek imkânsız.
Aynı doğrultuda iki gün önce İKSV 26. İstanbul Caz Festivali’nin ödül gecesinde de yerel ile evrenselin bize özgü sürekliliğini ve birleşikliğini görmemek, deneyimlemek, duyumsamamak olanaksızdı.
Sonuçta İKSV Caz Festivali, bu “Şehr-i İstanbul”da dinbaz iktidarın hükmü altında sabırla, kararlılıkla, dirençle 25 yıldır var olmaya devam etti. Ve işte şimdi o hakimiyet nihayet noktalandıktan sonra da var.
Peki bu iktidardan geriye ne kaldı “kültür” adına ve tarihe de ne kalacak?
"Yerli-millî-İslamî" retorik ve pratiği etrafında ha bire “lâdinî” ve Batıcı diye yaftaladığı bu seküler kültürel hareketlilik ve dinamizm karşısında kayda değer ne üretti bu dinbaz iktidar?..
Tek kelimeyle: Beton!..
Bunlardan geriye kalacaksa, bir “beton kültürü” kalacak.