21 Temmuz 2010

Hasan’dan kafayı nasıl yedim?

Mavi turun tek kazası benim kanayan bağrım kalsın diye son geceye girmişken yine olan oldu...


Şimdi Doğan Akın diyecek ki “Hocam, Hocam! Ben sana bu köşeyi sabahtan akşama çıkan matbu gazetelerdeki yazarların tarzına özenip mavi tur anılarını anlat diye vermedim!” Onun siteminden Gülin’e (Akın) sığınayım desem, hiç olmayacak. “Size emanet Hocam” diyerek gönderdiği zevcesini nasıl geri aldığı da ortada (birazdan siz de öğreneceksiniz).
Bir hafta boyunca bir grup kadim dost ve onlara yeni eklenen arkadaşlar, Marmaris’ten denize açılıp o koy senin bu koy benim takılıp dünya ile irtibatımızı kestik. Aslında “mutat” bir gezidir bu bizler için. Org. Dr. (hata yok kısaltmada; “organizatör doktor”) Tuncay Özçelik tarafından hayatımızda yıllardır işlerlikte tutulan tur, bir aile tarafından yürütülmekte. Halil Kaptan, eşi (muhteşem yemekleriyle) Bedriye Hanım, çocukları Ercan ve Simge…
Sakın bunun bir aile şirketi olduğunu düşünmeyin! Sizin de içinde yer aldığınız bir “aile saadeti” bu aslında… Simgecan adlı tekne, bir ev havasında ve siz denizin ortasında kendinizi evinizde hissediyorsunuz. O yüzden Tuncay’ın öncülüğünde her yıl bu “aile ziyareti”ni gerçekleştirmezsek olmuyor.
Benim açımdan “açılış” olarak kaydedilmeyi hak eden hadise, ikinci günün öğleden sonrasında bir koydan diğerine yol alırken Tuncay’la girdiğimiz “bira kürü”ydü. Tuncay’la bizimkisi, “aşırı-doz”da bir ilişkidir. Tekne boyunca muhabbete kattığımız Özdemir Asaf’ın dizeleriyle, “hem bir hastalık hem de sağlık gibi” bir ilişki…
O öğleden sonra, nasıl olduysa oldu, buzdolabında istiflenmiş biralara bir iliştik, tam iliştik. Mevzu ne mi? Mevzuya gerek yok Tuncay’la benim aramda. Birimizin “Omm” dediğine diğerinin “Bomm” demesi yeterli bacakları havaya dikip karnımızı tuta tuta gülmek için…

Sonuçta tekne koya varıp durduğunda buz takviyesi için dolabı açan Ercan, buzların değil de bira stokunun eridiği müjdesini verince teknedekiler biraz rahatlar gibi oldu. Eh, hiç olmazsa buraya kadardı demek ki!..
Bu iyimserlik kısa sürdü. Çok geçmeden Bozburun’da karaya çıkıp ciddi bir bira takviyesi yapınca “daha görülecek günlerinin olduğu”nu anladılar. Biz de durumu yine Asaf’ın dizeleriyle netleştirdik karşılarında: “Daha gidilecek yerlerimiz var // Kalacak bir türkü söyler gideriz”.
Uğur (Özçelik) ve Mesude (Atay) için teknede bizim Tuncay’la “aşktan da öte” ilişkimiz yıllardır kaderdi. Ama onlar da bu defa tedbirli ve tedarikliydiler. Arkadaşları Pembe, Fatoş, Zuhal, Ebru ve Meral hakikaten tam da “arkalarındaki taşlar”dı onların. Bunlara “Bayan Akın”ı ve tabii Meltem Can (Atay) ile kuzeni Burcu’yu da ekleyince tekne tam bir “Girl Power” görüntüsüne bürünmüştü.
Ama bu “iktidar”, bizi “kesecek” gibi değildi. Meral’in nezih eşi Elia’nın rehberliğinde “Tai Chi” seanslarıyla sakinleştirilmeye çalışılmamız da kâr etmedi. Akacak kanın damarda durmaya niyeti yoktu.
Gün 24 saat güvertede geçmekteydi. Teknenin başında, kıçında, tepesinde yiyor, içiyor, güneşleniyor ve uyuyorduk. Kamaralara yönelik ilk günkü yoğun rağbet son bulmuş, kamaralar kaderine terk edilmişti. Ha bir de Meltem Can’la Burcu’nun halimize bakıp, “Yahu bunlar ne zaman büyüyecek” diye kasavet içinde kapanarak önceden arakladıkları biraları “götürme” seanslarına…
Biz zaten Tuncay’la kendi adımıza ta en baştan geceleri dışarıda uyumayı “oymağımız”a Necip Fazıl’ın diliyle deklare etmiştik: “Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları // Islak bir yorgan gibi sımsıkı bürüneyim // Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları”.
Tabii ne sadece Necip Fazıl ne de mebzul miktarda dizesini gece-gündüz zikrettiğim Özdemir Asaf’tan ibaretti teknenin ozan konukları… Kızılırmak destanından unutulmaz dizeleriyle Hasan Hüseyin (“Ve der ki kitabın orta yerinde // bütün ırmakları dünyanın Kızılırmak’tan geçer”); “Ölünce biz de iyi adam oluruz” dizesini Tuncay’la birlikte bizden yaka silkme noktasına gelen tekne sakinlerine yönelik bir “motto” haline getirdiğimiz Orhan Veli; ve tahmin edilebileceği gibi, Nazım: “Mavi aynasında suların boy verip görünmek istiyorum // Denize dönmek istiyorum, denize dönmek istiyorum”… Tabii bunun ardından “cump” suya!..
Gece karanlığında tekneden suya atlamak için benim bahanem çoktu ama “yalnızlık” paylaşılmıyordu (yine Asaf!). Pek çok atlama atraksiyonunda bana eşlik eden “Tuncayım” hariç, tekne sakinleri sanki genelde bir yadırgama içindeydi. İbreyi bizden tarafa çevirme yolunda bir şeyler yapmalıydık ve Tuncay’la çıkışı bulduk. “Gordion düğümü”nü çözecek kişi, Hasan’dı.
Doktor Hasan (Özen), turumuzun ana sigortalarından biri, belki de birincisiydi. Hem sıcak hem soğuk, hem yakın hem uzak, hem suskun hem konuşkan, hem “serebral” hem “sentimental”, kısacası hem hepimiz hem hiçbirimiz olan en hâkim ara rengiydi teknenin…
Ama bunlar, Hasan’ı anlatmaya yetmez. “Pediatri”yi meslek olarak icra etmekten öte “yaşayan” Hasan, teknenin “Baba”sıydı. Tuncay ve ben, iki beceriksiz ve sıkıcı baba, onun gerek Can’la (Özçelik) capcanlı diyaloğunu, gerek Meltem Can ve Burcu’yla muhabbetini izlerken hasedimizden çatlamaktaydık. Dayanamayıp “Baba, kıskandırıyorsun bizi” diye duygularımızı ifade ettiğimizde cevabı yapıştırdı: “Endişelenmeyin ‘çocuklar’, birazdan sizinle de ilgileneceğim”.

Evet, Hasan en uygun kişiydi ve açtık derdimizi kendisine: “Hasan Baba” dedik, “sen bu teknenin sigortasısın. Sen atlarsan gece suya, bu yadırgama ortadan kalkar, herkes gelir senin arkandan denize… Ne dersin?..”
“Baba” bir ermiş gibi mütebessim, süzülerek ve sessiz dinledi söylediklerimizi. Yine de sessizlikte umut vardı sanki…
Umuda sessizce açılan kapı, semeresini o gece verdi. “Hasan Baba”, yemekler yenip, demler alınıp, şarkılar, şiirler, fıkralar sıralanıp da “oymak” yükünü tuttuğu noktada yavaşça doğruldu yerinden ve herkesin şaşkın bakışları arasında bıraktı kendini siyah sularına gece denizinin…
“Oldu işte sonunda oldu bim bam bom” duygusu içinde başarı sarhoşu ben ve Tuncay, “Baba”nın hemen akabinde balıklama attık kendimizi suya…
Ne olduysa, o esnada oldu! Suya düşer düşmez böğrüme çarpan bir “cisim”le dağıldım. Bir an acaba suda fark etmediğim bir kayaya mı çarptım diye düşündüm tıkanmış nefesimi açmaya çalışırken…
Bir kayaya çarpma ihtimali uzak değildi bana. Denizde yüzüp kayalara tırmanmak, benim karakterimdi. Hayatımdaki ayrıcalıklı yerini Tuncay’ın eşi olmanın ötesinde ortaokul arkadaşım olmaktan alan, üstelik “İneklik”te beni hep burun farkıyla geçmiş olmanın acımasız özgüvenine de sahip Uğur’un kulaklarımdan hiç silinmeyen şu sözü durumu açıklar: “Nerde denizin ortasında ya da kenarında bir kaya var, orda Tayfun da vardır. Hohahihohuaaa!”
Fakat açıktı ki teknenin demirlediği, kıyıya birkaç 10 metre uzaklıktaki suda kaya yoktu. Peki, ben neye toslamıştım? İşin daha kötüsü, bunları düşünürken bir de sessizliğimden endişeli Mesude’nin “Tayfun iyi misin?” sorusuna muhataptım.
Cevap vermeye değil, nefes almaya çalıştığım o anda (konuşma yetimi yitirsem de duyma yetim yerindeydi) benzeri bir soruya “Hasan Baba”nın verdiği karşılıkla başıma (daha doğrusu “böğrüme”) geleni anladım. “Hasan, sen iyi misin?” sorusuna “Baba”nın cevabı netti: “Eh, başıma düşmeseydiniz çok daha iyi olacaktım ya, neyse”!..
Durum açıklık kazanmıştı. “Hasan Baba”nın gece yarısı denize atlamasının verdiği coşkuyla onu tam istikamet izlemiş ve üzerine bodoslama çakılmıştım. Allah’tan böğrüm gelmişti kafasına! Şimdi günler sonra bile kaburgamda ağrıya neden olan kafaya, maazallah kendi kafam çarpsaydı olabilecekleri düşünmek bile istemiyorum!..
Tabii hadisenin Hasan’ın cephesinden de bir karşılığı vardı. İki sivri akıllının dolduruşuna gelip 51 yılda bir kez gece karanlığında kendini denize bırakan adam, suya değer değmez neye uğradığını şaşırınca ilk anda kafasına bir göktaşının düştüğünü sanmıştı. Ama ikinci saniyede hâlâ hayatta olduğunu fark edince düşenin göktaşı değil gövde olduğunu anlamıştı. Onun da tesellisi buydu. Beterin beteri vardı!
Her halükârda maksat hâsıl olmuştu. Birkaç dakika içinde teknedekilerin çoğunluğu denizdeydi. İlk günden tekneyi dershaneye çevirmiş, bunaltıcı sıcakta gezi-sonrası gireceği ihtisas sınavına hazırlanan en genç doktorumuz Cem bile çözülmüştü. Bu öyle bir çözülmeydi ki son gece Burcu ve Meltem Can’la birlikte denize atlamada Tuncay’la beni solda sıfır bırakma noktasına varacaktı.
Evet, plan işledi, “Hasan Baba”nın suya atlayışı tüm tekneyi denize serdi. Geride “böğrü yanık bencileyin” biri kalmış olsa da bu kadarına şükürdü. Hiç olmazsa Hasan’da hasar yoktu. Boyun omurları sapa sağlam yerindeydi.
Mavi turun tek kazası benim kanayan bağrım kalsın diye son geceye girmişken yine olan oldu. Artık “denize atlama” da kesmiyordu bizi. Dans edilecekti! Eh, dans deyince de gezinin başından beri salsa salınımlarına bir türlü doyamadığımız Gülin geliyordu akla. O gece tüm “oymak”, Gülin’in üzerine “dans dans” diye gittik.
Sonuç, ilkin muhteşemdi. Bir gece önce denize serilmiş herkes, şimdi teknenin piste çevrilmiş kısmında dansa serpilmişti. Şiirde günlerdir devam eden vezirliğimi danstaki rezilliğime havale ettiğim o gece, tatsız bitti.
Gülin dansta iktidardı ama iktidarın olduğu her yerde direniş de vardı. Salsa, vals, twist, hüdayda, misket, halay derken, yeni kuşağın favori dansı “kolbastı” ile Simge çıktı ortaya.
Rekabet müthişti. Gülin’in danstaki kraliçeliğini “Prenses Simge”ye terk etmeye niyeti yoktu. Ama salsanın asude salınımından kolbastının zıpkınsı salınımına geçmeye de kemikler hazır değildi. Ve Simge’nin kolbastısı Gülin için ne yazık ki bir “Kemikkıran Balesi”ne dönüştü.
Böylece ertesi sabah tekneye kırık bir ayak, ezik bir böğür ve imrenilecek derecede (hem manen hem de maddeten) sağlam bir kafa ile veda ettik.
Kırılsak da dökülsek de tahlil sonuçlarımızın “topyekûn mutluluk” olarak çıktığını da belirtmeden geçmemeli ama… Herhalde bu da en özlü şekilde, gençliğimizden tekneye taşıdığımız bir Deep Purple şaheseri olan “Child in Time”da akis bulmaktaydı. Her zamanın çocuğu bir avuç akran, bizi izleyen kuşaktan kardeşlerimiz, onların ardından gelen evlâtlarımızla geçmişten geleceğe masmavi bir yol almıştık hafta boyunca…
Mazimizle istikbalimizi buluşturan, gerçekten de “candan bir simge” oldu bize Simgecan!
Hakikaten verilmiş sadakam varmış ki kafayı böğrüme yedim!..

Yazarın Diğer Yazıları

Vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım!

Yöresel ve evrensel düzlemlerde eşzamanlı yaşananları 'insan' gerçeğinde birbirine organikçe bağlamak… Daha iyi bir hayatı var etme umut ve inancıyla gelenekten geleceğe taşınmak… Bunlar, Hasan Hüseyin şiirini bu coğrafyanın en özgün ve özgül yapıtlarından biri kılar

Goebbels korosu söylüyor: "Her şey mükemmel efendim!"

Bir okurum, siyaseten Refah Partisi - AK Parti çizgisinde yol almış olmakla birlikte bugün gelinen noktada Ak Parti'nin yapıp ettiklerine ve olup bitenlere bağlı olarak bu ideolojik 'gönül bağı'nın nasıl koptuğunu samimi bir eleştirellikle bizimle paylaşıyor

Goebbels'leşme karşısında muhalefeti sorgulamak!

Matbu medyanın hazan mevsiminin, televizüel medyanın da sonbaharının yaşandığı bir dönemde, insanları sıkan, bıktırıp usandıran karakterlere, ağızlara, kabadayılıklara kimse katlanmak zorunda değil. CHP hiç değil

"
"