Feminizm, ataerkilliğin karşıtıdır.
Tarihsel bir iktidar pratiği ve hem bir ekonomi-politik örgütlenme, hem de bir ideolojik örüntü olarak ataerkillik, kadın-erkek eşitsizliğinin erkekten yana ve kadına karşı hayata geçmesi demek.
Buna bağlı olarak feminizm, her şeyden önce ve en önemlisi, kadın ve erkeğin eşitliğine inanmak, bunu savunmak… İdeolojinin adındaki kadın (“femine”) vurgusu, eşitsizliğin açık, görünür, gözlenir mağduru ve mazlumunun kadın cinsiyet olmasından…
Ama feminizmin temel ve asli ilkesi kadın-erkek eşitliği ise, bunu hemen izleyecek ikinci ilkenin de “hem kadınlar hem erkekler; diğer deyişle kadınlar kadar erkekler de feminist olabilir, olmalı” şeklinde formülleştirilmesi gerekir.
Feminizm, kadını olduğu kadar erkeği de ataerkil tahakkümden kurtarmayı, özgürleştirmeyi, dolayısıyla insanlaştırmayı hedefleyen bir hareket olmalıdır. Böylesi bir anlam ve içerik genişliğine kavuşturulmalıdır.
Bu yüzden 8 Mart, erkekler dâhil tüm insanlara kutlu olsun!
8 Mart Dünya Kadınlar Günü, bütün erkeklere kutlu olsun!
İçindeki kadınlığı bir ömür boyu bastırmanın ıstırabını duyan tüm erkeklere kutlu olsun!
İçindeki kadınlığı bastırarak, böylece “insanlık”tan eksilerek, hazince “erkek” olmuş tüm erkeklere kutlu olsun!..
***
Yukarıda sarf ettiğim “içindeki kadınlık” vurgusu bu topraklarda erkek nüfusunun ortalamasını rahatsız etmiş midir, etmiştir. Alınmış mıdır bir dolu hemcinsim bana, evet büyük ihtimal alınmıştır.
Alınmayın erkekler, içinizdeki “kadınlık”, şefkattir.
Erkekler alınmayın, içinizdeki “kadınlık”, merhamettir.
Alınmayın! İçinizdeki “kadınlık”, acıma hissidir.
Alınmayın! İçinizdeki “kadınlık”, sevecenlik ve yumuşaklıktır.
Alınmayın! İçinizdeki “kadınlık”, barıştır!..
***
Neden böyle diyoruz?.. Çünkü yukarıda sıralananların tümü, epey uzun bir geçmişten bugüne, insan dünyasında kültürel-politik olarak kadına uygun görülen; kadın cinsiyete özgülenen; kadınlık kimliğinin kuralı sayılan “toplumsal cinsiyet” karakteristikleridir.
Çünkü erkek, şefkat değil şiddettir.
Erkek, merhamet değil gaddarlıktır.
Erkek, acıma hissi değil, acımasızlıktır.
Erkek, nezaket değil hoyratlıktır.
Erkek, sevecenlik ve yumuşaklık değil, öfke ve sertliktir.
Ve erkek, barış değil, savaştır.
***
Böyle olduğu içindir ki ataerkilliğin karşısında kadın-erkek eşitliğini savunan, kadın hakları için mücadele eden ve kadına yönelik şiddetin üstesinden gelmeyi hedefleyen feminizm ve kadın hareketleri, bünyelerine daha fazla erkeği almak; aynı ataerkil tahakkümün içeriden ve “sessiz” mağduru erkeği de kucaklamak zorundadır.
Mevcut erkeklik halinin reddini sadece kadın açısından değil, erkek açısından da talep etmek ve erkekleri bu “zehirli erkeklik”ten kurtarma hedefi gütmek zorundadır.
Erkekleri başka türlü bir erkekliğin de mümkün olduğuna ikna etmek yolunda çaba harcamak zorundadır.
***
Böyle olmak zorundadır, çünkü kadına yönelik şiddetin belini kırma yolunda başka çare yoktur.
Çünkü, yukarıda belirttiğim üzere, “Erkek şefkat değil şiddettir” deniliyorsa ve böyle denilerek şiddet, erkeğin kimlik (“toplumsal cinsiyet”) belirleyeni yapılıyorsa, böyle bir “kültürel-normal” mevcut olduğu sürece, kadına yönelik şiddeti nasıl önleyebilirsiniz ki?!..
Şiddet, erkekliğin “mütemmim cüz”ü ise; erkek “şiddet”le erkek oluyor, sayılıyor, takdir ediliyorsa, bu “doğallaştırılmış” şiddetin bir kaçınılmaz çıktısı değil midir kadına yönelik şiddet!..
Erkeklik hali içerisinde büyüklü-küçüklü, irili-ufaklı, mikro ya da makro şiddet dışavurumlarını “kültürel” bir doğruluk olmaktan çıkarıp “yanlışlık” olarak kültürlemedikçe kadına yönelik şiddeti önleyemezsiniz.
Mesela, hemen her ortamda en basit bir tartışmada bile sesini karşı cinse de, hemcinslerine de “doğal”mışçasına yükseltebilen erkeği yadırgamadıkça, yanlışlamadıkça ve yalnızlaştırmadıkça kadına yönelik şiddeti önleyemezsiniz.
Mesela, meydanlarda bir yanardağ ağzı gibi kükreyen, böyle kükredikçe ve muhaliflerine hançeresini yırtarak ateşler saçtıkça “Yaşa-var ol” diye alkışlanan liderleri; onlardan böyle bir “erkek-liderlik” bekleyen, talep eden, arzulayan kadınlı-erkekli kitleleri; buradaki “şiddetle erkek ve lider olma” ve de baş tacı edilme kültürel itkisini değiştiremedikçe…
Böyle kükreyen liderlere, “Bu, sana değer katmıyor; değerini sıfırlıyor” diye nazik ama dirençlice seslenemedikçe…
Kadına yönelik şiddeti önleyemezsiniz!..
***
Elbette erkeğe, yine “kültürel” olarak, gözündeki yaşı içine akıtıp orada kurutmayı reva gördükçe de kadına yönelik şiddeti önleyemezsiniz.
Üstelik böylece, “eril şiddet üretimi”nin erkeğin kendisine yönelik işleme konmasını da sağlamış olursunuz.
Ataerkil şiddet, kadına dışsal, erkeğe içseldir, bunu demek istiyorum.
“Erkekler ağlamaz” denilerek gözyaşlarını içinde öldüren, böyle yaparak insanlığına neşter vuran erkek de ataerkil şiddetin mağdurudur; bunu demek istiyorum.
Dolayısıyla erkekliğin taşıyıcısı gibi görünen erkek de o erkek iktidarının tutsağı ve mazlumudur; bunu demek istiyorum.
Yani iktidar (Foucault’dan hareketle) “muktedir”e de dışsal, onu da ağına alan ve içerden, derinden, benliğinden ezen bir toplumsal ilişkiler şebekesi, makinesi, “matriks”idir; bunu demek istiyorum.
Ve “ataerkil kültürel matriks” karşısında direnişin 200 yıllık mihrabı olmuş feminizm ve kadın hareketi, bu iktidarın “tetikçisi” konumundaki erkekleri de görmelidir; bu “tetikçi”yi dönüştürme yolunda erkeklere sırtını değil yüzünü dönmelidir…
Bunu demek istiyorum!..
***
Ataerkillik, başta söyledik, tarihsel bir olgu… İnsanlık tarihinin belli bir aşamasında belirdiği yönünde güçlü veriler var.
Bunun anlamı şu: Erkek iktidarı ezelden ebede mevcut, değişmez, “doğal” bir durum değil. Nasıl bir noktada ortaya çıktıysa, yine tarihin akışı içerisinde bir başka noktada ortadan kalkabilir.
Çoğunlukla sanılanın aksine, tarih bize ataerkillikten önce insanlığın bir anaerkil aşamadan geçtiğini göstermiyor. Kadının toplumsal ve ekonomik süreçlerde söz sahibi olduğu “kadın-yerli”, “kadın-merkezli”, “kadın-odaklı”, ama kadının iktidarına varmayan (“kadın-erkil” olmayan) “eşitlikçi” yaşam örnekleri var.
Fakat arkeolojik, antropolojik veriler ışığında 10 bin yıl önce gerçekleşen Tarım Devrimi sonrasında özel mülkiyetin, zengin-yoksul ayrımının, efendi-köle şeklindeki sınıfsal tabakalaşmanın yanı sıra kadın-erkek arasında ikinciden yana eşitsiz ilişkinin de belirip, kökleşip yaygınlık kazandığı ileri sürülebilmekte.
Burada, geniş topraklar üzerinde insan gücüne dayalı saban tarımı ve hayvancılık yapılırken erkek fiziksel kapasitesinin önem kazanmasının; daha önemlisi, toprak için rekabet ve çatışma (“mülkiyet”) ortamında “savaşın öznesi” olan erkeğin etkinleşmesinin belirleyici olduğu söylenebilir... Ve işte dedik ya yukarıda, “erkek, barış değil savaştır”!
***
Bugün de kadın-erkek eşitsizliğinin en keskin, kapsamlı ve can yakan örneklerini bağlayıcı akrabalık şebekesi eşliğinde kırsal-tarımcı toplumlarda gözlemlemekteyiz.
Öte yandan, özellikle bitki toplayıcılığının geçimin merkezinde yer aldığı topluluklarda kadın-erkek eşitliğinin ortaya çıktığını görüyoruz. Bunun yanı sıra çapa tarımı ile yaşamını sürdüren küçük ölçekli topluluklarda, kadının toplumsal ve ekonomik işleyişi düzene koyduğu veya ev-içi/ev-dışı yaşam ayrımlaşmasının bulunmadığı yerlerde de kadın ile erkek arasında daha eşitlikçi bir örüntü ve bununla bağlantılı olarak “sosyal barış” ortamı beliriyor.
Bu nokta bizi erkek iktidarı ile ilgili ikinci bir tespit yapmaya yöneltiyor. Demek ki erkek iktidarı, ebedi olmadığı gibi evrensel de değil. Dünya üzerinde bu iktidarın belirginleşmediği ve kadın-erkek eşitliğinin geçerli olduğu insan toplulukları hâlâ (az da olsa) var.
Ve hiç de şaşırtıcı olmayan biçimde, bu toplulukları inceleyip tanıtan antropologlar, onlardan “Barış Toplumları” başlığı altında söz ediyorlar (S. Howell ve R. Willis, Societies at Peace: Anthropological Perpectives, 1989).
***
Endüstri Devrimi, Tarım Devrimi’nden istim aldığını söylediğimiz bu eşitsizliği yok edemediyse de hayli törpüledi ve sorgulamaya açtı. Feminizmi de endüstriyel yaşam biçimine borçluyuz.
Kadınlar günümüzde, özellikle de servis endüstrisinin hayata damgasını vurduğu ülkelerde, profesyonel meslek sahibi ve yönetici olarak erkeklerle aynı düzlemlerde, hatta onlardan önde bile olabiliyor artık.
Ama “iktidar” ortadan kalkmadı. Tersine, mali, idarî ve iradî önceliğe sahip duruma gelen kadınların da çarpıcı, daha doğrusu “çarpık” biçimde, rekabetçi sistemin yahut kapitalist ataerkilliğin isterleri doğrultusunda “erilleştikleri” gözlenmekte.
“Kadın dili”ni, yani kadın “kültürel lehçe”sini, daha açık deyişle sadece kadına özgülenen/sınırlanan insanî karakteristikleri hayata hâkim kılamayınca, kadının iktisadî ve içtimaî özgürleşmesi bir anlam ifade etmiyor.
Tersine erkek iktidarı bu defa “unisex” olarak yoluna devam ediyor.
***
O yüzden 8 Mart’ı “erkeklik”ten mustarip erkekleri de kapsamına alacak şekilde kavramsal ve yapısal bir değişime uğratmak gerekiyor.
Başka bir erkeklik hali mümkün!..
Kadını hayatın içinde hoyratça ezen değil, onunla hayatı zarifçe bölüşen ve insanlıktan eksilerek erkek olmanın derinlere ittiği hüznü cesaretle dışa vuran erkek olmak mümkün…
Ve erkeklerin bu noktada kadınlara çok ihtiyacı var. Aynen, 2014 yılında kaybettiğimiz sevgili öğretmenim, bir edebiyat ustası, yazar ve şair Vecihi Timuroğlu’nun dizelerinden duygu duygu döküldüğü üzere:
“Sarmaşıkların nasıl sancılı tırmanışı
Önce doğur beni annem ol
İlk sevgisi insanın sırrın akışı
Eline değdiğim yerde Meryem ol
Bölünmüş bir elma tanışmamızın yaşı
Gizli levhaya hüznümü yazan kalem ol”