Başlık, anlatmak istediğimi bilmem doğru ifade ediyor mu? “Her ağacın kurdu kendinden olur” sözünden devşirdim onu… Bir varlığı yıkıma götüren etkenin onun içinden çıktığını anlatır bu söz ve ona “erkeklik” meselesi üzerinden işlerlik kazandırmamın sebebi, “
Öyle Bir Geçer Zaman Ki”nin sert babası “Ali Kaptan”…
Diziyi daha önce de “Cemile” (Ayça Bingöl) üzerinden değerlendirmeye aldığımız malûm…
(“Öyle Bir Güzel Cemile ki!”) Şimdilerde olgunluk dönemini yaşayan dizi, hâlâ yayınlandığı günde en çok izlenen olmayı sürdürüyor.
Başarının öncelikle “casting”den kaynaklandığı kanısındayım. Dizide sırıtan, aksayan neredeyse tek bir oyuncu dahi yok. Baştan sona tüm rollerde kadro, çağıl çağıl akıtıyor diziyi… Benzeri durum, yıllar önce bir başka dönem dizisi “Çemberimde Gül Oya”da karşımıza çıkmıştı.
Destekleyici yan temaların, ana tema (“Ali Kaptan”la “Cemile”nin çatışık ilişkisi) kadar ilgi çekici ve onunla organik eklemlenme içinde olması da çok önemli tabii… Pek çok dizide bu bakımdan ince elenip sık dokunmuyor.
Bakın mesela “Öyle Bir Geçer Zaman Ki”de yan temalara: “Berrin”le (Yıldız Çağrı Atiksoy) “Ahmet”in (Tolga Güleç) siyasetle sarmalanmış (ve de “yaralanmış”) aşk hikâyesi ana tema kadar etkileyici mi? Evet… “Aylin”in (Farah Zeynep Abdullah) “Soner”le (Mete Horozoğlu) Yeşilçam melodramlarını bize tatlı tatlı çağrıştıran “imkânsız aşkı” alabildiğine sürükleyici mi? Evet… “Mete”nin (Aras Bulut İynemli), izleyen hemen herkes için sıkıcı okul yıllarının en unutulmaz anısını oluşturan “öğretmen aşkı” soluksuz izlenmekte mi? Yine evet…
Bunlar dizinin “dört dörtlük” gidişatında bence ilk elde işaret edilmesi gereken nedenler… Ancak bu yazıda benim esas dikkat çekmek istediğim, dizinin zaman içerisinde giderek daha berraklaşıp kristalleşen ana fikri…
Bilmem farkında mısınız ama dizi her geçen gün ciddi ciddi bir “erkeklik” eleştirisi ve sorgulamasına doğru evriliyor. Erkek iktidarının doğrudan hışmına uğrayan kadınlar kadar onu “taşıyan” erkekler için de zararlı-yıkıcı etkiye sahip bir “kültürel pratik” olduğunu düşünmeye bizi giderek daha vurgulu biçimde çağırmakta dizi…
Sinemada bunu Yavuz Turgul “Kabadayı” ile gerçekleştirdi. Bir televizyon dizisinde aynı ölçekte ele alınışı ise ilk kez “Öyle Bir Geçer Zaman Ki” ile oluyor.
Dizinin genel kurgusal yapılanmasında merkezi karakter, Erkan Petekkaya’nın canlandırdığı “Ali Kaptan”… Peki dizi “Ali Kaptan”ı öne çıkarmakla ne yapmak istiyor?
Benim cevabım belli: Erkekliğin en çok erkeği ezdiğini göstermeye çalışıyor!
Kadını “kimliksel” temelde dışarıdan ezen erkeklik, erkeği “benliksel” temelde içeriden çökertir. Bu “acı deneyim” dramatize ediliyor dizide ve bence burası çok önemli.
Çünkü erkekliğin kadına yönelik ezici etkisini, “gözlemlenebilir” olduğu için “deneysel” olarak tespit edebilirsiniz. Ama erkekliğin erkek üzerindeki ezici etkisini ancak “deneyimsel” olarak fark edebilirsiniz. Erkekler bu yıkıcı/tahripkâr etkiyi neredeyse hemen hiç göstermezler, gözlemletmezler. O yüzden bu, tam bir karanlık kutudur; özellikle de Türkiye’de üstüne hiç gidilmemiş bir karanlık kutu…
Dizi işte bu “kör nokta”nın üzerine her geçen hafta daha bariz biçimde gidiyor.
Aslında bunun sinyalleri çok önceden, ilk bölümlerde verilmişti. “Hikâye”yi ağzından dinlediğimiz “Küçük Osman” (Emir Berke Zincidi) “Baba”sını kalp krizi sonrasında bitkin yattığı hastanede terk edilmişlik hissi içerisinde perişan ağlarken gördüğünde şunları dillendirmişti: “Babamı, her zaman olduğunun aksine ilk defa sert, korkunç ve ürkütücü olmaktan bu kadar uzak görmüştüm. Ama aynı zamanda yine ilk defa onu bu kadar ‘insan’ gördüm”.
“Ali Kaptan” geçen haftaki son bölümde de böylesi bir görüntü içindeydi! Gerçi “Cemile”, “Balıkçı”nın (Orhan Alkaya) evlenme teklifini kabul ettiğinde kızgın, öfkeli ve “şedit”çe erkekliğini konuşturdu önce… Ama sonra bir ağaç dibinde herkesten ve gözlerden uzak ağladı insan insan!.. Hem de kendisi gibi bu “insani” yanını herkesin içinde sergilemekten imtina edip (“Erkekler ağlamaz!”) yanı başındaki komşu ağacın gövdesinde gözyaşını akıtan “Balıkçı” tarafından sobelenme pahasına…
Tabii en anlamlı sahne, iki rakip “adam”ın birbirini ağlarken gördüklerinde yekdiğerine karşı “saldırganlık” ediminin oluşmamasıydı. Demek ki “erkek” (sınırlı bir zaman zarfında da olsa) “insan”laştığında saldırmıyor! Saldırabilmesi için yeniden erkeklik marazının nüksetmesi gerekiyor ve iktidar tutkusu, daha doğrusu “tutsaklığı” altında rakibinin evine (sahiplendiği kadınları da yanına katıp) tekne ile bodoslama dalmaktan kendini alıkoyamıyor.
Diziyi geçen hafta burada bıraktık. Genel durum şimdilik şu: “Cemile” hayatı boyunca maruz kaldığı bir iktidara direnme ve diklenme noktasında. “Ali Kaptan” ise aslında “sahibi” değil “taşıyıcısı” olduğu aynı iktidarın, yani “erkeklik kurdu”nun kendisini yiyip bitirişi karşısında çaresiz, çırpındıkça batıyor.
Bakalım “Cemile”de giderek güçlenen “feminist” bilinç nereye götürecek onu? Ve “Ali Kaptan”, yaşadığı “maskülin düğümlenme”den çıkış bulabilecek mi?
Eğlenceli bir ciddiyetle izleyelim, görelim!..