Türkiye siyasetine İslâmî-muhafazakârlığın tohumunu eken, onu yeşerten, serpilip güçlenmesini sağlayan Necmettin Erbakan’ı dün kaybettiğimizi sanmayın sakın!..
Aslında o, 14 yıl önce bugün ölmüştü.
28 Şubat 1997 darbesinin yegâne başarısı, Erbakan’ı “yok etmek” olmuştur.
Ama 28 Şubat, aslî hedefi olan “İslâmî hareket”i ne toplumsal ne de siyasal anlamda imha etmeyi başarabildi Türkiye’de…
Aksine bu bakımdan 28 Şubat tam mânâsıyla bir fiyasko, hatta yenilgidir.
Ve hatta 28 Şubat, nihayetinde İslâmî-muhafazakâr hareketliliğin gürleşip gürbüzleşmesine yol açan bir budama girişimidir.
En kısa, özlü ve çarpıcı ifade şu olabilir: 28 Şubat, Erbakan’ı “öldüren”, Erdoğan’ı “doğuran” bir harekâttır.
Tabii Erbakan Hoca’ya hayatı zehir eden 28 Şubat darbesinin Tayyip Erdoğan açısından adeta bir “panzehir” etkisine sahip olduğu da eklenmeli! Onun “27 Nisan Muhtırası” karşısındaki direnç ve dayanıklılığı, bunu tescil eder.
“Darbeye bağışıklık”, Erdoğan’ı Erbakan’dan ayırt etme yolunda belirtilebilecek noktaların en önde gelenidir belki…
Ama Türkiye’de 1960’ların sonundan itibaren belirmiş İslâm’a endeksli siyasal hareketin yaklaşık 40 yıllık macerasında Erbakan’dan Erdoğan’a hayli çarpıcı başka farklılıklar da mevcuttur. İslâmî-muhafazakâr hareketi var edip destekleyen kitlenin zaman içerisindeki değişme dinamiği ile bağlantılı bir farklılaşma ve başkalaşmadır bu.
Erbakan’ın yaratıcısı olduğu “Milli Görüş” hareketinin daha ziyade tepkisel kaynaklardan beslendiği söylenebilir. Mesela 1970’ler Türkiye’sinde önce Milli Nizam Partisi, sonra da Milli Selâmet Partisi ile ekonomik değişmeden rahatsız bir kitlenin hissiyatına tercüman olunmuştur.
O yıllarda kapitalistleşme süreci, ülkede, özellikle de taşrada küçük toprak sahibi çiftçilerin, küçük esnafın ve zanaatkâr zümrenin aleyhine bir gidişatın önünü açmıştı. Kendilerini tehdit altında hisseden bu kesimler, “eski”nin güven ve huzurunu “millî” bir yenileşme (sanayileşme) vaadiyle, kültürel kimlik ve moral değerler bağlamında İslâm’a vurgu yapmayı da ihmal etmeden birleştiren Erbakan’a meylettiler.
1980’lerin 12 Eylül Darbesi’yle şekillenen ve kendisi için kesinti teşkil eden döneminden sonra 1990’larda bir başka tepkinin tercümanı olarak siyaset sahnesinde tekrar öne çıktı Erbakan Hoca… Ama bu defa “taşra”nın değil, “varoş”un çaresizliğini Refah Partisi’yle siyasete taşıdı. Çünkü 1970’lerde kapitalizm karşısında yok olmaktan korkan taşradaki insanın yerini on yıllardır devam eden iç göç dalgasının sonucu olarak kent varoşlarına yığılmış yoksul kitleler almıştı.
İslâm’ı inanç olmaktan öte bir kültürel şifre ve kimlik belirleyeni olarak benimsemiş bu insanlar, kent yaşamı içerisinde zamanla katmerleşen kültürel yalnızlık ve ekonomik yoksunluklarına bağlı olarak modern-laik kent kültürünün değerler sistemine öfke doluydu. İran Devrimi’nden çıkış bulan siyasal İslâm’ın hâlâ tamamen tükenmemiş enerjisiyle de beslenen bu tepkiselliğin sonucu, 1994 yerel ve 1995 genel seçimlerinden Refah Partisi’nin birinci çıkması oldu.
Türkiye’de Erbakan’ın politik kariyerinin tepe noktasıdır bu…
Erbakan memleketin dindar-muhafazakâr kesimlerinin nabzını 1970’lerden 1990’lara bu şekilde tutarken “derinden akan sular”da ilginç bir başka seyir söz konusuydu.
1980 dönümünde Özal’ın kapitalizmi “merkez”den “çevre”ye taşıyan liberal ekonomi politikası, taşrada yavaş yavaş yeni bir “burjuvazi”nin şekillenmesini başlatmıştı. Zaman içerisinde laik-modern “İstanbul burjuvazisi” karşısında giderek palazlanan bu yeni burjuvazi, ana bileşeni İslâm olan bir kültürel örüntüye sahipti.
Erbakan’ın bu gelişmeyi pek fark edebildiği söylenemez. İslâmî-muhafazakâr kesim bünyesinde alttan alta yaşanan “ekonomik” değişimi değerlendirmek yerine dinî içerikli “kültürel” kazanımlar peşinde koşmayı tercih etti o… Sonuçta da Sincan’daki tankların eşliğinde ülkeyi 28 Şubat’a çıkardı.
AKP, Erdoğan liderliğinde 2000’lerin başında iktidara yol alırken muhafazakâr kesimdeki ekonomik değişimi yakalamayı ihmal etmedi. Daha da öte bu “Müslüman burjuvazi” tarafından mayalanan bir siyasal hareket oldu. AKP’nin yaygın değilse de “çekirdek” tabanını da bu “burjuvazi” oluşturdu ve onun siyasetine yön verdi.
Sonuçta Erbakan, değişen Türkiye’de hayatları “yırtılan” dindarların temsilcisi ve sözcüsü olmakla yetindi.
Erdoğan ise değişen Türkiye’de hayatın içinde “yırtan” dindarların temsilcisi ve sözcüsü oldu ve olmaya devam ediyor.
Erbakan küçük toprak sahibinin, küçük esnafın, zanaatkârın ve kent yoksullarının hislerine tercüman oldu daha çok…
Erdoğan ise büyük şirketlerin, finans kurumlarının, holdinglerin ve kentli Müslüman sosyetenin çıkarlarına tercüman olmakta sık sık...
Erbakan hep bir tepki partisinin başında oldu. Onun arkasında umutsuzlar, kaygılılar, tedirginler vardı.
Erdoğan ise bir düzen ve statüko partisinin başında… Onun arkasında deyiş yerindeyse “Ben de isterem”ci dindar-muhafazakâr zenginler var.
“Müslüman”ın çiftçi, esnaf, zanaatkâr olmaktan çıkıp müteşebbis, sanayici ve sermayedara dönüşerek dünyaya açıldığı Türkiye’de artık İslâmî-muhafazakâr camianın siyasi arayışlarını “kesmeyen” “Milli Görüş”ün de “Ruhuna Fatiha” okundu.
O halde “faal” siyasal ölümü 28 Şubat’la gerçekleşen Erbakan’ın “fikren ve ruhen” siyasal ölümünün de bu şekilde AKP marifetiyle olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir.
Kaderin cilvesine bakın! 28 Şubat ile AKP’yi buluşturan bir ortak nokta olacağı hiç aklınıza gelir miydi?!