Cumhuriyet, insanda “birey”i arar.
Birey, modern toplumun, yani “cemiyet”in insanıdır.
Cemaatte birey yoktur. Orada insan bağımsız bir varlığa sahip olmayıp bütüne aittir. Karşılık olarak da “biri”nin (“birey”in değil) yaptığı herkesi bağlar, ilgilendirir, etkiler.
O yüzden Cumhuriyet, bir “cemiyet” var etme yolunda insanda ilkin “birey”i arar. Bulmaya, eğer yoksa var etmeye çalışır.
Cumhuriyet, insanda “yurttaş”ı arar.
Cumhuriyetin “modern birey”den oluşan insanının kimliği “yurttaş”tır.
Yurttaş da cemaat toplumsallığında bulunmaz, onun içinde yetişmez.
Cemaatteki insanın kimliğini soy-sop, aile, aşiret, din, mezhep, yöre-bölge belirler.
Bu aidiyetlerin aşılması ve sınırları siyasal olarak belirlenmiş bir coğrafyaya, yani “yurt”a bağlılığın insanda yaratılması, Cumhuriyet için elzemdir.
Bunun için bir aile ocağına ve ana kucağına doğmuş insanı alıp onu yeni bir ocakta ve başka bir “ana”nın kucağında yetiştirip yurttaş kılmak gerekir ki okul ve öğretmen bu işlevi üstlenir.
Dünyada da bu böyle olmuştur. Örgün eğitim modern ulus-devletin “yurttaş” ihtiyacını karşılamak gibi birincil (“tek” değil) bir işlevle ortaya çıkmıştır.
Cumhuriyet, insanda aklı arar.
Cemaatte aklı “gelenek” temsil eder. Bir başka deyişle gelenek, “cemaat aklı”dır.
Cemiyette ise akıl, bireydedir.
Aklîlik hayatın her alanında birey-insanın yaşamına yön veriyorsa Cumhuriyet kurumsallaşır.
Cumhuriyet, insanda profesyonelliği, yani meslek sahibi olmayı arar.
Mesleki iş bölümü modern ulus-devletin iktisadi örgütlenmesinde esası oluşturur.
İnsanın birey olması da yurttaş olması da aklî olması da ancak meslek sahibi olmasıyla imkân dâhiline girer.
Cemaat toplumsallığında insanların kahir ekseriyeti mesleksizdir.
Köylülük, cemaat toplumsallığının sosyo-ekonomik örgütlenmesini belirleyen kategoridir.
Cumhuriyet (belki yanlış diye düşünülebilir) köylüyü ve köylülüğü azaltmak, en aza indirgemek ister.
Şu meşhur “Köylü, milletin efendisidir” sözünü basit ve sıradan bir köylülük güzellemesi olarak anlamamak gerekir.
Cumhuriyet, ihtiyaç duyduğu insan malzemesini, yani “yurttaş”ı köylüden çıkarmak zorundaydı. Köylü, milleti yaratacak “hammadde” olduğu için onun “efendisi” sayıldı.
Ama Cumhuriyet, esasen kentli, okur-yazar ve meslek sahibi (profesyonel) insan peşindedir.
Cumhuriyet, insanda “özgeci”liği (diğerkâmlığı) arar.
Cumhuriyetin ihtiyaç duyduğu birey, bencil değil “özgeci”dir.
Cumhuriyetin bireyi, hem bireysel bağımsızlığını kazanmış, ama hem de toplumsal sorumluluğa sahip insanı temsil eder.
Bu anlamda özgecilik, yani gerektiğinde kendi ihtiyaçlarını öteleyip diğer insanların sorunlarına duyarlılık, bu bireyin aslî motivasyonu olmalıdır.
Başka türlü ne toplum ne ulus ne de yurttaş olunabilir.
***
Bu beş nokta, ulus-devlet Cumhuriyet’in insan arayışının “ideal”leri bana göre… Dünyada da Türkiye’de de başlangıçtan itibaren böyle bu.
Fakat bir sorun var.
Ulus-devlet politik yapılanmalarının insanlığın ufkunda doğup, gelişip, yayılıp kural haline geldiği günler hayli gerilerde kaldı.
Bu ideallere dayalı siyasal oluşumlar sorunlar yaşamakta bugün.
Postmodern, küresel, “uluslarüstü” (transnasyonel) dünya, şimdi bu idealleri zorlayan bir dinamizme sahip.
Buna karşılık Türk modernleşmesinin somut belirimi olan Cumhuriyet, sosyolojik anlamda tamamlanmış değil henüz…
Üstelik de böyle sorunlu bir “tamamlanmamışlık” noktasında post-modern (“post-nasyonel” de denilebilir) küresel dünyanın arayışları, isterleri ve beklentileriyle karşı karşıya kalmış bulunuyor.
Cumhuriyet, Türkiye’de insan arayışını tamamlamadan yaşadığımız dünya, başka bir dünya haline geldi ve başka bir insan arar oldu.
Türkiye’nin yakın tarihine baktığımızda Cumhuriyet’in insan arayışı konusunda kötümser olmak mümkün. Diyojen’in gündüz gözüyle elinde fener ne yaptığını soranlara “Adam arıyorum adam” demesi gibi bir durum var ortada…
Şimdi ortaya çıkmış dünya karşısında bu arayışın ne anlam ifade ettiğini soracak olursanız, bu mecazı geliştirmek lâzım!
Diyojen’i şöyle bir sağa bir sola, bir aşağı bir yukarı baktırıp kafasını iki yana sallatarak “Çok geç!” diye düşündürmek ve lambaya püf dedirtmek gerekebilir!..
______________
Not: Okur, bizim velinimetimiz, okur yorumları da başımız-gözümüz üstüne… O yüzden yorumlar karşısında söyleyecek sözüm verecek karşılığım olsa da son söz okurundur diye düşünerek sessiz kalıp, içten teşekkür etmekle yetinmekten yanayım. Ancak geçen hafta bir değerli okurumun yazıma yönelik getirdiği “tashihler” üzerine sessizliğimi bozma ihtiyacı duydum. Çünkü okurumun yazım hatası diye düşünüp düzelttiği sözcükleri bilerek o biçimleriyle kullandım. Sevgili okuruma onun üslûbuyla karşılık vereyim:
Ahiret değil “ahret”… Çünkü “ahret suali”, “ahret kardeşliği” gibi deyişleri gündelik konuşma dilinde kullanıldıkları şekilde yazmanın yazının akışı, tınısı ve duygusu açısından daha uygun olduğunu düşünüyorum. Bazı sözcüklerde de bunu yapmaktan yanayım. Mesela “ağabey” yerine “abi” yazmayı da tercih ediyorum. (Ayrıca TDK da sözcüğün “ahiret” değil “ahret” olarak kullanılmasını öneriyor.)
Dinî ya da dînî değil, “dinsel”… Tam da işte bir “şapka” mı iki “şapka” mı giydirmeli, tartışmasına girmemek için… Ayrıca bu şapkaları kullanıp kullanmama konusundaki tartışmalardan da usandığım için…
Mevzuu değil, “mevzusu”… Kendimi savunmakta en çok zorlanacağım sözcük bu olacak, ama bu da genç kuşaklar açısından anlaşılırlığı güçleştirdiğini daha önceki tecrübelerimden bildiğim bir kullanımdan kaçınmak için böyle… Günahı boynuma!..