Erken Cumhuriyet dönemi milliyetçi arkeologlarından Remzi Oğuz Arık, ‘Coğrafyadan Vatana’ (1969) adlı meşhur kitabının aynı adlı ilk yazısında bize taşın-toprağın, dağın-kayanın, yağmurun-rüzgârın, otun-hayvanın mevcudiyetinden oluşan ‘coğrafya’nın hiçbir kıymeti olmadığını anlattıktan sonra sözü, murat ettiği noktaya şöyle getirir:
“Fakat bir gün gelir, insan ve hayvanın aynı kayıtsızlıkla çiğnediği bu coğrafya canlanır. … İnsan, ‘Boştur, verimsizdir, sarptır, çöldür’ diye horladığı, kayıtsızca çiğnediği bu toprakların her adımına, anaların ve illerin özene özene hazırladığı zekâlarını, yiğitlerini hesap aramadan kurban verir. … Çiğnenen şey, baş tâcı olmuştur; cansız ve tarafsız coğrafya vatan olmuştur. … Müşterek tarihi yarattıran işlerin, felaketlerin ve saadetlerin potasında eriyip coğrafyaya dökülerek onu vatanlaştıran topluluk; akıcı olmaktan, muayyenetsizliğe her an namzet kütleler olmaktan çıkar. MİLLET olur. Ve artık nesiller, târihi boyunca şu vatandan ve şu millettendir. Fertlerin hayatı için muayyeniyetsizlik burada bitmiş, muayyeniyet başlamıştır. Bu bakımdan, milliyet fikrinin esası da vatanla, vatanın doğuşu ile başlar” (s. 1-4).
Kesif bir ‘insanmerkezcilik’ (homosantrizm) buğusu içinde keskin bir ‘bizmerkezcilik’ (etnosantrizm) tutkusuyla kaleme alınmış bu arkeo-milliyetçi söylemi hatırlamaya sevk eden, Van Depremi’ne dair sosyal medyada ve ekranda beliren bir kısım ‘elim’ yorum oldu. Coğrafyayı vatana, insanı vatandaşa ve vatandaşlığın empoze çerçevesine itirazı olanı da vatan hainine dönüştüren ulus-devlet kurgusunun ürünü bu zihinler, depremi ‘vatan hainleri’ne ilâhi ceza olarak yorumlama cesareti (basiretsizliği mi demeli?!) göstermekte tereddüt etmedi.
Demek ki bir kez ‘vatan’a dönüştükten sonra coğrafyanın doğal olayları da artık doğallıklarını kaybedip ‘kültürel’, daha da özel olarak, ‘millî’ şartlanmalar doğrultusunda değerlendirmeye tâbi tutulabiliyorlar. Coğrafya vatan olduğunda deprem de vatana ihanetin bedeli oluyor!..
Bir kaç haftadır elde olmayan nedenlerle ara verdiğim T24 yazılarıma feci bir ‘politik-coğrafik’ konjonktürde dönüş yapmış olmak hayli sıkıntı verici...
Hakkâri’den gelen acı ve iç yakıcı ölüm haberleri, akabinde devletin tepe noktasından yükselen ‘intikam’ sözleriyle birlikte toplumda bir savaş hali algılamasına fazlasıyla yol açmış görünmekte. Bir ülkenin bayrağı, bayram, kutlama veya anma vesilesi dışında yaygın biçimde kamusal dolaşıma sokuluyorsa bu, ancak bir savaş durumunda söz konusu olabilir. Birinci Körfez Savaşı çıktığında bulunduğum İngiltere’de, ABD ile birlikte savaşa katılan bu ülkenin sokaklarında da benzer manzaralar olduğunu (tabii bizdeki yaygınlıkta olmamakla birlikte) hatırlıyorum mesela... Son birkaç gündür olan bu. Dolmuşlar, otobüsler, taksiler, özel araçlar, kamu binaları, evler-apartmanlar ay-yıldızlı bayrakla donanmış durumda.
Ama bu ‘millî’ refleks ülkenin bir başka (ve hepimizce malûm) yerinde aynı ölçekte (aslında neredeyse hiç) mevcut değilse, zaten bir bölünmüşlük hali içinde olduğumuza da ne yazık ki çarpıcı bir gösterge oluşturmuyor mu?! Biraz da o yüzden değil mi bayrağın ellerde, evlerde ve otomobillerde böylesine yoğun ve de yaygın dalgalandırılmadığı ‘coğrafya’ya deprem nedeniyle “Oh olsun!” muamelesi yapmak?! Böyle yapınca da ‘Ora’nın hâlâ ‘vatan’ olamadığını ima etmiyor muyuz zaten?!..
Türkiye’nin Kürt coğrafyasının derinlerinde neler olup bittiğini bilmeden acı ve öfkeyle tel’in yürüyüşleri yapan insanları, gençleri, çocukları anlamak mümkün. Hayli zor olmakla birlikte, net’te ya da ekranda cahil cesaretiyle ‘popüler-ırkçılık’ yapanları da…
Lâkin bir devlet muhakemesinden çok bir aşiret ‘asabiye’sine karşılık gelecek mahiyette ‘intikam’dan söz eden mülkî erkânı olduğu gibi, İstanbul’da teröre lânet ve birliğe çağrı yürüyüşü düzenlemeye yeltenen ticarî erbabı da anlamak kolay değil.
Çünkü bu nümayişler kendi söyleyip-dinleyen, kendi bağırıp-çağıran, kendi vurup-inleten içedönük bir propaganda olmaktan öteye gidemeyecek. Görülemiyor ve anlaşılamıyor ki İstanbul’da gerçekleştirilecek ‘Büyük Yürüyüş’lerle sonuç alınabilecek noktanın çok ötesinde bir sorunla karşı karşıyayız.
Yaklaşık 30 yıldır faaliyetteki ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğinin tam da istediği şekilde ekmeğine yağ sürecek bir faşizan Türk milliyetçiliğine ivme kazandırması büyük ihtimal olan girişimler bunlar… ‘Coğrafya’nın yangınına körükle gitmekten ve ‘vatan’ın bütünlüğüne risk oluşturan ‘fay hattı’nı daha da derinleştirmekten başka bir anlam da üretmeleri pek mümkün görünmüyor.
Maharet, İstanbul’un göbeğinde yürümek yerine Van’ın da Diyarbakır’ın da derinlerine inmekte... Hem coğrafî, hem siyasî depremin önüne geçmek ancak öyle mümkün…
Bunun farkında olmayan ticaret sınıfı, ‘coğrafya’dan sınıfta kalma riskiyle karşı karşıya olduğunun da ayırtında değil...