Allaha değil, iktidara “âbid” oldular.
Muhammed’e değil, muktedire ümmet oldular.
Peygamber’e, “Şefaat ya Resulullah” değil, “İktidar ya Resulullah” diye tazimde bulunur oldular.
Ve bu halleriyle artık ne korku ne endişe ne de dehşet saçıyorlar.
Sadece ve sadece gülünçler; güldürüyorlar artık.
Komikler, hem de çok komikler.
Çünkü yıllardır hayatı zehir ede ede, içimizi kararta kararta, olmadık trajediler yaşata yaşata öyle müthiş bir bağışıklık da yarattılar ki hepimizde…
Artık daha fazla trajedi üretemiyorlar.
Yalnızca “komedi”ye sebebiyet veriyorlar.
***
Yukarıda söylediklerimin, Marx’ın “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i” kitabının girişinde yer alan şu ifadelerle çağrışımlı olduğu fark edilecektir:
“Hegel, büyük dünya-tarihsel vakıaların ve şahsiyetlerin sanki iki defa çıktığından bahsetmişti bir yerlerde. Şunu eklemeyi unutmuştur: Bir seferinde trajedi olarak, öteki seferindeyse fars [saçmalık, gülünçlük, komedi].” (K. Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, Çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2011, s. 29.)
Marx, Napoléon Bonaparte’ın yeğeni Louis-Napoléon Bonaparte’ın kendisini imparator ilan etmesinin birkaç ay öncesinde (1852) kaleme aldığı çalışmasında, “Amca” ile “Yeğen” arasında bir karşılaştırmaya, Fransa’da burjuvazi-devlet ilişkilerini eleştirel süzgeçten geçirme yolunda giderken sarf etmiştir bu müthiş sözleri… Elbette onları AKP dinbazlığının vasat iktidar pratiği bağlamında “tüketme”mize haklı itirazlar yükselecektir.
Teşbihte hata olmaz deyişine sığınıyoruz ve diyoruz ki 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde Ankara’da oynanan kirli oyun, şimdi İstanbul'da ikinci kez tekrarlanmakta.
***
2014’teki “vakıa” gerçekten korkunçtu. Öncesini de hatırlatalım: Haziran 2013’te “Gezi” yaşanmış, insanlar gaza boğularak, öldürülerek, gözlerinden vurularak ve de “Yüzde 50’yi zor tutuyorum” lakırdılarıyla gözdağı verilerek bastırılmaya çalışılmıştı. Sonrasında da “17-25 Aralık rezaletleri yaşandı; bir dolu kirli çamaşırın ortaya dökülmesi eşliğinde “hısım”lıkların “hasım”lığa dönüştüğü feci bir iç-iktidar çatışmasına sürüklediler ülkeyi...
İşte bunların ardından gelen 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde (İstanbul’da sorun yaşamasalar da) Ankara’yı kaybettiler aslında. Fakat ellerine geçirdikleri devletin bütün gücünü seferber ederek sandıkta kaybettiklerini bırakmamak için (tecrübesiz ve örgütsüz muhalefetin zaaflarından da yararlanarak) dehşet saçtılar.
Ankara’daydım, orada oy kullandım, ne olup bittiğini gayet iyi hatırlıyorum. Mansur Yavaş’ın, Çankaya ilçesinden dolayı ha bire artan oylarıyla seçimin galibi olmaya koşar adım ilerlediği “demokratik” sürece “resmen” müdahale ettiler. Bakanıyla-emniyetiyle, devleti harekete geçirdiler; oy sayımına ilişkin kamuoyuna veri akışını durdurdular; tepemizde uçurdukları helikopterlerle korku rüzgârları estirdiler.
Böylece Ankaralıların hakkını gasp ettiler; kul hakkı yediler.
İşte bu, “trajedi”ydi.
***
Mansur Yavaş bunun ardından “Hak yerini bulacak” sloganıyla tekrar girdiği seçimi 5 yıl sonra şimdi açık ara farkla kazandı.
Ve bu defa aynı tezgâhı İstanbul’da döndürüyorlar.
Ama işte Marx’ın o veciz sözünü akla getirircesine, “trajedi” iki kez yaşanmıyor.
İkinci kez yaşandığında aynı “vakıa”, artık “komedi”ye dönüşüyor.
YSK’nın, aynı zarftaki 4 pusuladan sadece birinde yolsuzluk bulup diğer üçünü gayet “yollu” saymak gibi tarihe geçecek bir “dahiyane içtihat” doğrultusunda seçimi yenileme kararını duyurduğu pazartesi akşamından bu yana şöyle bakın çevrenize, ekranlara ve de sosyal medyaya…
İktidar marifetiyle alınmış bu “hukuki” kararla, daha doğrusu “iktidar hukuku” ile hakkı yenmiş kesimlerin en küçük bir çökkünlük, karamsarlık, yılgınlık, umutsuzluk ve yıkılmışlık içinde olduğunu söyleyebilir misiniz?
Yoksa, ortaya çıkan bu dayatmaya nazaran, herkeste hâlâ şaşırtıcı bir canlılık, zindelik, heyecan, enerji, coşku, hatta neşe mi gözlemliyorsunuz?..
Başlı başına, “#HerŞeyÇokGüzelOlacak” etiketi etrafında, sade vatandaşından sanatçılarına, esnafından entelektüeline, işçisinden işverenine kadar çığ gibi büyüyen kitlesel muhalif “tutunum” bile neyin ne olduğunu anlatmaya yetmiyor mu?
Anasının ak sütü gibi helâl mazbatası elinden alınıp utanç verici bir hak ihlaline uğramış Ekrem İmamoğlu’nun buna rağmen ne direncini ne azmini ne de neşesini kaybetmeksizin adeta bir afacan çocuk edasıyla her şeye sıfırdan başlayacak bir motivasyonla zihinleri kurumuş, ruhları kararmış iktidar mahkûmları karşısında takındığı tutum, neyin ne olduğunu anlatmaya yetmiyor mu?
Söz konusu süreçte iktidar adına öne çıkmış yetkili AKP ağızlarının konuştukça batması ve toplum nezdinde bir karikatürden ibaret hale gelmesi, neyin ne olduğunu anlatmaya yetmiyor mu?..
***
Eğer bunlar neyin ne olduğunu anlatmaya yetmiyorsa, farkı fark etme yolunda iki resme bakmanız da yeter.
Bir 2014 yerel seçimi sonrası Erdoğan’ın balkon konuşmasına; o konuşmadaki temposuna, ritmine, vücut diline, yüz jestlerine, sesinin tınısına bakın…
Bir de 2019 yerel seçimi sonrası yine aynı Erdoğan’ın balkon konuşmasında tempo, ritm, vücut dili, yüz jesti ve ses tınısına bakın!..
Aradaki fark, size 31 Mart sonrasında dinbaz iktidarın durumuna ilişkin, hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını işaret etmeye yeter.
Üstelik 2014’ten 2019’a bu ülkede kolluğu da yargıyı da medyayı da nasıl tam tekmil kendi güdümlerine aldıklarını; siyasi muhalefete hayatı nasıl zindan ettiklerini; her türlü propaganda mekanizmasını kendilerinden yana nasıl işlerliğe soktuklarını da unutmayın!..
Görünen o ki artık korkuya yatırım yaparak gidecek yerleri yok. Dağları bekleyen korku kitleler tarafından dağları delercesine aşılmış.
Zaten 25 yıldır İstanbul’a çöreklenmiş durumdalar ve yapabilecekleri her şeyi de fazlasıyla yaptılar.
O yüzden Ekrem İmamoğlu’nun ve dolayısıyla kendi haklarının gasp edileceği kaygısını haftalardır duyarak bana derdini açanlara, mücadeleyi elden bırakmamak kaydıyla, “en kötüsü ne olur”u netleştirme yolunda hep dedim ki:
25 yıl bunların harap ve bîtap kıldığı İstanbul’da yaşadınız, yaşayabildiniz.
Hayatınızı karartmak için ne yaparlarsa yapsınlar, yine de ayakta kaldınız.
Ne sizi, ne de hayatınızı/hayat tarzınızı istedikleri tornaya, kılıfa, cendereye sokabildiler.
Bunlar sizi güçlendirdi; daha bağışık ve dirençli kıldı.
En kötüsü seçimin çalınması mı?!.. Siz yine bu “enfeksiyon”a daha da güçlene güçlene dayanırsınız.
Ama onlar, daha beter, daha perişan, daha zelîl giderler.
***
Bırakamıyorlar, çünkü suçlular.
Her çıkışın bir inişi var sözünde karşılık bulan feraseti gösteremiyor, yenilgiyi olgunlukla karşılayamıyorlar; çünkü inişleri yok, uçurumun kenarında olduklarını hissediyorlar.
Eskidiler, tükendiler, bittiler, uzatmaları oynuyorlar ve “Maç”ın son düdüğünü engellemek için çırpındıkça sadece batmıyor, komik de oluyorlar.
Ülkeyi kutuplaştırıcı, düşmanlaştırıcı, çatıştırıcı siyasi dille yarattıkları trajedilerin dehşet-saçıcılığından, artık komedinin zavallılığına savrulmuş durumdalar.
Korku, öfke, beddua… Hiçbiri kalmadı onlara dair duygu dağarcığımızda.
Sadece bir acıma hissiyle sarmalanmış “fars” kaldı geriye…
“Beka” dedikçe acınası komiklikleriyle “bâki”ler artık!..
Nihayetinde YSK, arka bahçeleriyse; iktidar, dinleri-imanlarıysa; vatan, çiftlikleriyse…
Biz de Nazım Hikmet gibi vatan hainliğine devam ediyoruz hâlâ!..
Ve bitmiş bir iktidarın uzun ölümü de devam ediyor hâlâ…