İstiklâl Caddesi’ndeki kitapçıda bir öğrencinin kulak misafiri olduğu olay, durumun vahametini ortaya sermekteydi. Anlattığına göre, yine öğrenci oldukları her hallerinden belli iki arkadaştan biri, diğerine heyecanla seslenmişti: “A, bak ‘Aşk-ı Memnu’nun kitabını da çıkarmışlar!”
“Görsel kültür”ün “yazılı kültür” üzerinde coğrafyamızda kurduğu amansız iktidarın çarpıcı bir göstergesi bu…
Çocuklarımız Reşat Nuri, Orhan Kemal, Halid Ziya adlarını, biliyor demek bile çok iddialı olacak, duymuşsa eğer, bunu okuduğu romanlara değil, izlediği dizi filmlere borçlu…
Tabii bir taraftan bunun küresel boyutu da var. Batı’da da görsel kültür, öncelikli etkiye sahip artık ve Tolstoy’un, Balzac’ın, Dostoyevski’nin, Austen’in, Dickens’ın, Zola’nın, Turgenyev’in eserleri de okunmak yerine sinema, televizyon uyarlamalarından “izlenmek”te daha çok. Ama söz konusu yazarların kitaplarını rafta gören aynı yaş grubundan bir gencin oralarda aynı tepkiyi vermesi zayıf bir ihtimal…
Temel güncel karakteristiği görsellik olan kitle kültürü, köken aldığı Batı dünyasında da yazıyı, okumayı, edebiyatı “öteledi”, ancak yazılı kültür bu toplumların kültürel dokusunda yüzyıllara dayanan yeriyle tamamen sıfırlanma noktasına gelmedi hiç. O yüzden yazı ile görüntü, edebiyat ile dizi-film, okuma ile seyretme arasındaki hep ikincilerin lehine eşitsizlik, bizdeki kadar büyük değil.
Çünkü bizim coğrafyamızın gerçek anlamda bir “yazılı kültür” evresi olmadı.
Duruma biraz daha yakından bakalım!
* * *
İnsanlık, tarih boyunca gündelik yaşamını sürdürürken kültürel anlamda üç evreden geçti. “Sözlü kültür”, “yazılı kültür” ve “görsel kültür” evreleri bunlar…
“Başlangıçta söz vardı” ifadesi boşuna kutsallaşmadı. (Yuhanna İncili böyle başlar.) İnsanlık, duygu-düşüncesini, coşkusunu-öfkesini, sevincini-hüznünü on binlerce yıl sözle dışa vurdu. Yazı, 5000 yıl önce insan yaşamında bir “kültürel girdi” olarak belirse de kullanımı yönetici-aydın seçkin kesimle sınırlıydı. Masal, hikâye, efsane, destan, ağıt, türkü, vb. sözlü anlatı biçimleri dünyanın her tarafında halkların gündelik yaşamının ayrılmaz parçalarıydı.
Yazının kitlelere mal olması için 15. yüzyıl ortasında gerçekleşen matbaanın icadını beklemek gerekti. Ancak bu yüzyıldan sonradır ki Batı’da yazılı ürünler basılıp çoğaltılarak halka ulaştı. Böylece sözlü kültürden yazılı kültüre geçildi. İnsanlık kitap, gazete, dergi gibi ürünlerle tanıştı. Bir yandan sözlü kültür ürünleri “matbu”laşıp yazılı kültüre mal edilirken, roman, öykü, şiir, deneme gibi yazılı anlatı tarzları belirdi.
Tabii bu, örgün eğitimin yaygınlaşması ve okur-yazarlığın kitleselleşmesiyle de desteklenen bir gelişmeydi. Tarımsal yaşam biçimi içinde binlerce yıl ortalama yüzde 10 olan okur-yazar oranı, “matbuat devrimi” sonrasında hızla artmaya başladı. 17. yüzyılda Amerika’da Massachusetts ve Connecticut’da erkeklerin yüzde 90’ı, kadınların yüzde 60’ı okur-yazardı. Daha 16. yüzyılda parayla gazete alma alışkanlığı Avrupa’da yaygınlaştı.
Ama yazılı kültürün şahikasına ulaştığı dönem, 19. yüzyıldı. Öyle ki Charles Dickens 1842’de Amerika’ya geldiğinde günümüzde ancak Michael Jackson, Madonna ya da David Beckham’a gösterilebilecek bir ilgiyle karşılandı.
Yazılı kültürün yaklaşık 500 yıllık etkinliği ve hâkimiyeti, “görsel kültür”ün 20. yüzyıldaki “elektronik” yükselişiyle sarsıldı. Önce fotoğraf, sonra sinema ve televizyon, nihayet video, bilgisayar, internet, VCD, DVD, vb. araçlardan oluşan ağ, “okuyan insan”ın yerinde “seyreden insan”ı var etti. Ama Batı toplumlarının 500 yıllık yazılı kültür birikimi, ekran karşısında kitabın, seyir karşısında okumanın tamamen sıfırlanmasına yol açmadı.
* * *
Türkiye açısından durum farklı.
Bu ülkenin kayda değer, dişe dokunur, hatırı sayılır bir yazılı kültür aşaması olmadı. Daha çarpıcı deyişle Türkiye, sözlü kültürden görsel kültüre “sıçradı”!..
Cumhuriyet kurulduğunda bu topraklarda okur-yazarlık oranı, sadece yüzde 10’du. Bir tarımcı-köylü toplumda beklenebilecek oran yani… Ayrıca matbaa yüzlerce yıl gecikmeyle gelmiş, ilk gazete 1831’de çıkmış, ilk roman 1871’de basılmıştı. Tabii yüzde 10 okur-yazar olan toplumda bunların kitleselleşmesi de söz konusu değildi.
Cumhuriyet, bir yandan okur-yazarlığı artırmaya, öte yandan okuma alışkanlığını geliştirmeye, yani “yazılı kültür”ü hayata geçirmeye çabalarken, toplum 1970’lerden itibaren kısmen, 1990’lardan itibaren de bütünüyle “görsel kültür”ün hâkimiyetine girdi. Yazılı kültürün hayatımızdaki yeri bir yüzyılı bile bulmadan biz, evet, sözlü kültürden görsel kültüre sıçradık.
Yazılı kültürü salt okur-yazarlık olarak da almamak lâzım. Yazılı kültür, “okumadan duramamak”tır. Bu, hiçbir zaman yaygın bir durum olmadı bu ülkede. O yüzden Halid Ziya’nın “ölümsüz” Aşk-ı Memnu eserinden bîhaber gençlerimiz var.
Görsel kültür ise “seyretmeden duramamak”tır. Bu ise hayli yaygın bir durum memleket sathında. Yine o yüzden Halid Ziya’nın 1897-98’lere tarihlenen romanını kitapçı raflarında (tabii ki dizinin popülaritesinden kâr amacıyla yararlanmak isteyen kitapçı marifetiyle) gören genç, “Aşk-ı Memnu’nun kitabını çıkarmışlar” şeklinde “yanlışlık” yüklü o cümleyi kuruyor.
Çocuğun kabahati yok. Adorno’nun meşhur deyişiyle, “Yanlış hayat, doğru yaşanmaz”ki!..