Önce, ‘dinozor’ yaftası yemeyi de göze alarak, Marx’ın “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” adlı çalışmasında yer alan şu sözünü hatırlatalım:
“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan verili (var olan) ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar”.
Şimdi de Türkiye’de halen muhalif-İslâmcı bir pozisyona sahip Özgür-Der’ce düzenlenmiş ‘Milli Görüş Hareketi: Millilik mi İslâmcılık mı?’ başlıklı panelde sarf edildiği dünkü T24’te (12 Ocak 2012) kaydedilen “Erbakan İslâmcıları utandırdı” sözüne gelelim… Aslında bu ikisi art arda sıralandığında okurlarımın gerekli ‘sentez sonuç’a varacağından hiç kuşkum yok. Dolayısıyla bu noktadan itibaren yazacaklarımın fuzuli olma ihtimali de yüksek, ama mazur görün devam edeyim!..
Erbakan’dan Erdoğan’a, Türkiye’de parlamenter İslâmcı siyasetin karşılaştırmasını yapanlar için iki ölçüt epeydir rağbet görmekte. (İtiraf etmeli, ben de bu ölçütler üzerinden bir hayli konuştum ve yazıp çizdim.)
‘28 Şubat’ ve ‘27 Nisan’ bu ölçütler…
Kabaca özetlemek gerekirse, 28 Şubat 1997’de toplanan Milli Güvenlik Kurulu’ndan çıkan laiklik vurgulu kararlar kendisine imzalattırılarak bir ‘postmodern darbe’ye kurban giden Necmettin Erbakan, İslâmcılığın Türkiye tarihine yüzüp yüzüp kuyruğuna gelip o noktada pes etmiş bir ‘müflis lider’ olarak kaydediliyor. Kısmen söz konusu panelde olduğu gibi… Panelistlerden Hasip Yokuş, “Erbakan’ın İslâmcıları utandıran tutumları oldu” değerlendirmesini yaparken, Yılmaz Çakır da “Son günlerine kadar Erbakan’ın 28 Şubat hakkında konuşmaması izah edilir şey değil” demiş.
Çok fazla anlama çabası göstermeksizin sarf edilen bu ve benzeri sözler, genellikle 27 Nisan 2007’deki ‘E-Muhtıra’ya AKP’nin tavrı ile de sık sık titreşime sokulur. Ve ortaya Türkiye İslamcılık tarihinde bir kaybeden bir de kazanan, bir boyun eğen bir de kahraman, yani bir Erbakan bir de Erdoğan çıkarılır.
Tarihte bireyin rolünü abartan bu yaklaşıma karşı, Marx’ın yukarıda kaydedilen ve bize belli bir dönemde mevcut verili koşulları araştırmayı, anlamayı öneren sözünün de eşliğinde şu soruyu soralım: 28 Şubat’ta Erdoğan olsaydı Erbakan’dan farklı davranabilir miydi? Ya da ne kadar farklı davranabilirdi?..
Tabii soruyu Erbakan’ın o günkü kamuoyu desteği (yüzde 21,5), hayli kırılgan koalisyon koşulları, Kürt coğrafyasındaki savaş üzerinden yapılanıp iyice köklenmiş derin devlet, ama en önemlisi uluslararası konjonktür ve ABD desteğinin hangi ‘mevzi’ye yönelik olduğunu da düşünerek cevaplamak lâzım.
Batı’yı ‘batıl’ sayan ve anti-kapitalist Milli Görüş çizgisinden sapmayan Erbakan’ın küresel sisteme hasımlığıdır en çok onu MGK’da yalnızlaştıran… Sonuç, çaresizlikle gelen imza, yaklaşık 30 yıllık bir mücadelede yenilgi, nihayet müebbet bir yıkım… Niye izah edilir olmasın ki Erbakan’ın son günlerine kadar ‘28 Şubat’ hakkında konuşmaması?! Yukarıda söylenenleri telaffuz etmesini bekleyebilir misiniz ondan? Arif olanın o ‘suskunluk’tan izahı bulması lâzım!..
Sistemik anlamda Batı’yı ‘batıl’layan bir çizgiden uzaklaşıp yine sistemik anlamda Batı’ya bağlanmayı seçmiş bir İslâmcılığın şafak türküsünden ise AKP hareketi çıkar. Tabii bunun ne kadar İslâmcılık olduğunu Özgür-Der’liler sorgulayıp sonuçta da sanırım reddedecektir. (Onların Erbakan’ı eleştirirken Erdoğan’ı seçkinleştirme gibi bir tavırları olmadığını, aksine orada da hayli sert bir sorgulama pratiği sergilediklerini yanlış anlamalara yol açmamak için not edelim!)
Ancak bunu kategorik olarak yanlışlamak da kolay değildir. Sorulsun AKP kurmaylarına, özellikle de Erdoğan’a, bakalım ‘İslâmcı’ nitelemesine ilkesel temelde itiraz edecekler midir?!
Her halükârda hiç itiraz götürmez bir nokta varsa o da henüz başbakan bile olmadan, AKP başkanı sıfatıyla Başkan Bush tarafından kabul edilmiş Erdoğan’ın ta en baştan anti-kapitalist bir İslâmcılık yerine pro-kapitalist bir İslâmcılığın Türkiye siyasetindeki öncüsü durumunda olduğudur. Bu öncülük, ‘28 Şubat’ sonrasında askeri baskı nedeniyle Amerika’ya ‘hicret etmek’ durumunda kalan Fethullah Gülen’in, o andan itibaren yoğunlaşan ve Müslümanlığın kapitalizm açısından bir ‘nifak’ değil ‘nimet’ olması yolunda küreselleşen performansıyla da organik bağlantı arz eder.
‘Müslüman burjuvazi’nin (yine daha önce defalarca değindiğimiz üzere) Özal tarafından tohumları atıldıktan sonra serpilip gürbüzleşmesi de büyük ölçüde AKP’nin iktidar dönemiyle senkron oluşturur. Dolayısıyla bunu da buraya Marx’ın deyişiyle bir verili koşul olarak kaydetmek uygundur.
İşte 2007’nin 27 Nisan’ına geldiğimizde AKP ve Erdoğan’ın 10 yıl önceki RP ve Erbakan’dan farkı buydu. Ve ‘27 Nisan’a giden süreçte tarih yapmaya ‘soyunan’ iki insan unsuru vardı Türkiye’de. Bir, bürokratik, militarist, nasyonalist ve laisist-Kemalist cumhuriyetçilik… İki, burjuva, popülist, transnasyonalist ve liberal-muhafazakâr İslâmcılık…
İkincisi, ‘doğrudan verili olan’ koşulları nazarı dikkate aldı ve tarihi yaptı! Birincisi ise ‘kendi keyfine göre, kendi seçtiği koşullar içinde’ yapmaya kalktı ve tarih oldu!..
Dolayısıyla ne Erbakan ‘28 Şubat’ta utanılacak bir şey yapmıştır, ne de Erdoğan ‘27 Nisan’da ‘ululanacak’ bir şey yapmıştır. Her iki dönemde de hâl ve şartlar ne gerektirmişse yapılan odur. Erbakan Hoca da ‘27 Nisan’ koşullarına sahip ve tabii o koşullarla uyarlı (liberal İslâmcı çizgide yani) olsaydı kuvvetle muhtemel ki aynı tavrı sergileyecekti.
O halde ‘dinozor’dan öte determinist denmeyi de iştahla göze alarak yine Marx’ın bu son noktayla alâkalı bir başka veciz sözüyle tamamlayalım:
“Tarihte ne olmuşsa öyle olması gerektiği, başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur”.