Hiç şüphesiz ‘Fetih-1453’ sıkı bir gişe hâsılatı elde edecek. Şaşaa ile sunulan filme akacak seyirci. Ama ne olursa olsun karşımızda son derece kötü bir film bulunduğu gerçeği de değişmeyecek. Ticaret uğruna hamaseti bile doğru dürüst becerememiş bir eserle karşı karşıyayız. Ben kahkahalar atarak izledim. Filmin iyi yanı, korkunç bir gürültü-patırtıyla bezeli olması; o sayede patlattığım kahkahalar salondaki hiç kimse tarafından fark edilmedi de ‘etnosantrik’ (bizmerkezci) bir fanatizmi kışkırtan filmle ‘trans’a geçebileceklerden kendimi sakındım!..
Bir yandan da ‘Malkoçoğlu’na, ‘Tarkan’a, ‘Karaoğlan’ ve ‘Kara Murat’a emek verenleri, Cüneyt Arkın’ları, Kartal Tibet’leri hüzünle yâd etmekten kendimi alamadım. Ne kadar şanssızlarmış! Dijital teknolojinin imkânlarından uzakta, hemen hemen aynı absürt içeriğe et ve kemikleriyle hayat vermeye çalıştılar yıllarca. Üstelik onların absürtlüklerini hicveden ‘Kahpe Bizans’ gibi yapımlar da üretildi. Peki, ‘Fetih-1453’ ne? Hiciv değil ciddi bir işse neden gülmekten kırılıyoruz izlerken?.. (Seyirciye kulak kabartınca kahkahalarda yalnız olmadığımı da fark ettim!)
Yani film üzerine konuşulacak çok şey yok. Fazla bile söyledik. Biz, filmini değil kendisini ele alalım ‘1453’ün…
Bilindiği üzere ‘İstanbul’un Fethi’ bu ülkede ilkokul sıralarından itibaren insanlara bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılmasına neden olan tarihsel dönüm noktası diye anlatılır. Hâlbuki Gutenberg’in matbaa makinesiyle kitap baskısını gerçekleştirdiği 1455’in de, Kolomb’un Amerika’ya ulaştığı 1492’nin de aynı çağ dönüştürücü ağırlık ve mahiyette olduğu söylenebilir.
Yine de biz kendi coğrafyamızın ‘etnosantrik’ hassasiyetini dikkate alalım ve İstanbul’un Fethi’nin eski bir çağı kapatıp bir ‘Yeni Çağ’ın kapısını açtığını kabul edelim. Evet, bu dünya tarihinde önemli, sarsıcı bir olaydır. Ama burada çok üzerinde durulmayan soru, iktisadî, içtimaî, siyasî ve teknolojik bakımdan Osmanlı’nın söz konusu ‘eski’ ve ‘yeni’ çağlardan hangisine intikal ettiğidir. Benim cevabım şu: ‘Dünya-tarihsel’ bir izlek doğrultusunda ve ‘etnosantrik’ duygusallıktan uzak baktığımızda söylenebilecek olan, Osmanlı’nın bitmiş bir hayata talip olduğudur.
‘Gideni ve gelmekte olanı’ anlamak için dikkat yöneltilmesi gereken olay, gerçekten de ‘Fetih’ değil, ondan topu topu iki yıl sonra gündeme gelen ‘İcat’tır. Matbaa makinesi, burjuva-kapitalist bir ‘Yeni Çağ’ın önünü açmada çok daha kritik bir rol oynadı. Batı Avrupa’da ‘Roma’nın yıkılışından sonra ortaya çıkmış ‘feodalite’nin iyice çözülmesi yolunda; bu feodaliteye eşlik eden Katolikliğin siyasal iktidarına son veren Protestanlığın etkinleşmesi yolunda; nihayet burjuva uluslaşma süreçlerine gidişin alt yapısını oluşturan kitlesel okuryazarlığı başlatma yolunda matbaa, devrimsel bir teknolojik yenilikti. Onun sayesinde dünya, 1900’lerin ortasına kadar, 500 yıl, bir ‘yazılı kültür’ çağı yaşadı.
Matbaayı yaklaşık 300 yıl gecikmeli hayata geçiren Osmanlı, ‘yazılı kültür’le haşir neşir olamadı. Bu topraklarda kitlesel okuryazarlık yolunda kayda değer seferberlik, ancak 20’nci yüzyıldan itibaren Cumhuriyet’le başladı.
‘Yağma’nın ‘ganimet’ adı altında kutsallaştırıldığı ‘gaza’dan çıkış bulmuş ve büyük topraklar üzerinde güvenlik sağlayarak ‘tarımsal artı’dan aldığı payla uzun süre varlığını sürdürmüş klasik bir ‘çiftçi imparatorluğu’ydu Osmanlı. Aynı toprak parçaları üzerinde kendisinden önce hüküm sürmüş seleflerinin (Roma ve Bizans) yolundan gitti. Kerli ferli bazı tarihçilerimizin Osmanlı’ya ‘Üçüncü Roma’ yakıştırması o yüzden…
Osmanlı, ‘Üçüncü Roma’ olarak ‘Eski Dünya’nın düzenini Bizans’tan devralırken ‘Birinci Roma’ artığı topraklarda yüzyıllardır korkunç kıpırdanmalar vardı. 11’nci yüzyıl, Batı Avrupa’da ‘Ticaret Devrimi’ne sahne oldu. Tüccar, ‘bohçacı’ olmaktan çıktı!.. Çocukluğumda mahalle mahalle dolaşan, her apartmanda bir eve bohçasını açtığı, tüm komşu kadınların da toplanıp ortaya serpilenleri yırtıcı bir pazarlıkla kendisinden satın aldıkları bohçacıları bilmiyorum hatırlayan kaç kişi kaldı?! İlk tüccardan bir kalıntıdır o. Malı sırta veya kervanlara yükleyip bir yerden bir yere çetin ve tehlikeli koşullarda koşturarak yapılan ticaretin yerini 11’nci yüzyıldan itibaren farklı yerlerde şube ve temsilcilikleri bulunan, bildiğimiz ‘şirket’ yapılanmasının ilk örneklerini oluşturan bir ticari etkinlik aldı.
Bu devrimle önü açılan, cebi daha da dolan tüccarlar, 12’nci yüzyılda feodal lordlardan şehirlerin özerk idaresini sağlama yolunda ödün kopardı. 13’üncü yüzyılda tarihin ilk anayasası sayılan ‘Magna Carta’ imzalandı İngiltere’de ve ilk parlamento işlerliğe sokuldu. Her bölgeden bir soylu lord ile bir kentsoylu (‘burjuva’ yani) parlamentoya gönderilir oldu.
‘Ticaret Devrimi’’nin 11’nci yüzyılını da, ‘Kent Devrimi’nin 12’nci yüzyılını da geçelim, Magna Carta imzalanıp parlamentonun doğuş bulduğu yıllarda Osmanlı daha kabileden beyliğe dönüşmemişti!
Biliyorum inandırması çok güç olacak ama bu karşılaştırmaları yaparken herhangi bir tercihle hareket etmiyorum. Burjuva-kapitalist toplumsal dönüşüm de kan, dehşet, acı eşliğinde sağlandı tabii. Yukarıda söz ettiğimiz, ‘Yeni Çağ’ı başlatma yolunda ‘Fetih-1453’e bir rakip seçenek olan ‘Keşif-1492’, yani Amerika’nın Kolomb tarafından (aslında ilk olmayan) keşfinin de koskoca kıta, yerli halkına mezar edilerek, tarihin en büyük soykırımı işlenerek tamamına erdirildiği malûm. O yüzden Feth’i ‘keşif’le, ‘icat’la vd. gelişmelerle ikame etmeye çalışmıyorum. Sadece Osmanlı’nın esas olarak ‘Eski Hayat’ı devralması sonucunu doğuran Feth'i, 'fetişleştirme' girişimini eleştiriyorum.
Parantezi kapatıp devam edelim! Filmde de geçerken şöyle bir, önemsizleştirilerek zikredildiği üzere, Sultan Mehmed fethe koyulduğunda İngiltere ve Fransa birbiriyle savaş halindeydi. Hem de ne savaş! Tarihe ‘100 Yıl Savaşları’ olarak geçen bu savaş, tam da İstanbul’un fethiyle aynı yıl, 1453’te bitti.
On yıllardır hep kendi ‘etnosantrik’ penceremizden tarihe baktığımız için ne ‘100 Yıl Savaşları’nın, ne ‘Matbaanın İcadı’nın, ne fitilini ‘Matbaa’nın ateşlediği 16’ncı yüzyıl Protestan Reform’unun, ne de Protestanlıkta kararlılığın sonucunda çıkan 17’nci yüzyılın ‘30 Yıl Savaşları’nın modern dünya tarihi açısından taşıdığı önemi idrak edebiliyoruz. Ve ne de bunların uzun vadede kendi hali pür melâlimize olan etkilerini fark edebiliyoruz.
‘100 Yıl Savaşları’ bittikten sonra her iki ülke de uzun süre toparlanamadı. O yüzden 15’nci ve 16’ncı yüzyıllar Batı’da İspanya ve Portekiz’in oldu. Ama Fransa ve İngiltere’de dalgalanmaların devam ettiği o yüzyıllar, aynı zamanda sonraki yüzyılların bu iki büyük burjuva-kapitalist gücünün doğum sancılarının da görüldüğü yıllardı.
Osmanlı ise bir ‘Yeni Hayat’ doğurmaya yönelik sancıları fark edebilecek ‘hava’da hiç olmadı. ‘Gaza’ esprisiyle yol alış, 16’ncı yüzyılda da 17’nci yüzyılda da dayanılan Viyana kapılarında devam etti. O yüzden Fatih’in torunu ‘Muhteşem’ Süleyman, daha önce bir başka yazı vesilesiyle de değindiğimiz gibi (
‘Osmanlı Abartısı’), 16’ncı yüzyılda kralın şövalyelerini döven şehirli (‘burjuva’) ‘başıbozuk’lardan haberdar olduğunda Avrupa’nın haline acıyıp kendi tebaasının sadakatine şükretmişti. Sonuçta onun torunlarının torunları da dedelerinin ‘şükür’le geçirdikleri yılların bedelini Batı Avrupa merkezli bir yenidünya sistemi karşısında darmadağın olarak ödediler.
‘Fetih-1453’, bize 560 yıl önce gerçekleşmiş bir hadiseyi ‘dünya-tarihsel’ bağlama duyarlı şekilde hakkını vererek canlandırmaktan çok, bizim bugünkü halimize (duygularımıza, komplekslerimize, ezikliklerimize) tercüman olan bir film. Eğer mesele, bugünkü halimizi dünya ölçeğinde tarihsel olarak çözümlemekse hangi anlatıya ilgi yönelteceğiniz de size kalmış bir şey. İster ‘fetih fetişizmi’ yapan filmi seçersiniz, ister ‘fitne-fesat’ saçtığı düşünülebilecek bu denemeyi! Tercih sizin…