“1984”ü tam da 1984’te okumuştum.
George Orwell’in abide eseri, adına karşılık gelen o yıl elbette tüm dünyada yeniden ve büyük bir heyecanla hatırlandı.
Ama sanırım Türkiye’de onun dünyada olduğundan daha farklı ve “duygudaş” bir toplumsal ruh haliyle alımlanmasına yol açan bir politik iklim vardı. Roman, bizim içinde bulunduğumuz koşullara cuk oturur kıvamdaydı. 12 Eylül (1980) darbesinin totalitarizmi hâlâ taze olup ortalıkta da “Big Brother” müsveddesi bir adam vardı.
Böylesi bir sosyo-politik iklimde Orwell’in bir “totalitarizm serimlemesi” olan politik-distopik bilimkurgusu, o yıl okuduğumda beni de tüm ürperticiliği ile sarmış sarmalamıştır.
Romanın film uyarlamasını da 1988’de Londra’ya gittiğimde izledim. 1984 yapımı ve Richard Burton’un muhteşem, daha doğrusu “dehşetengiz” O’Brian performansıyla (ki “Big Brother”ın ete-kemiğe bürünmüş hali denilebilir) unutulmazlaştığı film, çoktan sinema salonlarından video kasetlerine düşmüştü. Bir VHS kayıttan İngilizce olarak (Türkçe altyazısız) izledim. O yıllar öyleydi; piyasaya çıkalı 4 yıl olmasına rağmen film, henüz Türkiye’de görülmemişti.
Bir Orwell tiplemesi: Trump
Bu yıl, Orwell’in başyapıtının ilk kez okurla buluşmasının (1949) 70’inci yıldönümü.
Ve biz “1984”ü 1984-Türkiye’sinde nasıl özel bir yakıcı gerçeklik hissiyle karşıladıysak, bugün benzeri bir his, Orwell’in distopik hayalinin hayata geçtiği, yürürlükte olduğu kanısı, yeryüzünde Doğu’dan Batı’ya geniş bir çeperde çok daha genel bir yaygınlık kazanmış durumda.
Nitekim, yazarın evlatlık oğlu Richard Blair’in 2017’de verdiği bir söyleşide “Bence Babam, Donald Trump’tan ironik bir şekilde keyif alırdı. Yıllar önce yazdığım türde biri var diye düşünebilirdi” dediğini biliyoruz (bkz. Joe Summerland, “1984: George Orwell ünlü distopyasını uzak bir adada ve ölüm döşeğindeyken nasıl yazdı?”, Independent Türkçe, 9 Haziran, 2019).
Gerçekten, Trump’la birlikte hayatımızın parçası olan, (Türkçeye “hakikat-sonrasılık” olarak çevrilse de) “gerçek-aşımı/aşınımı” denilebilecek post-truth kavramının, “1984”ün başkahramanı Winston Smith’in çalıştığı “Gerçek Bakanlığı” ve onun girişinde yazılı “Savaş barıştır/Özgürlük köleliktir/Cehalet güçtür” sloganları ile 70 yıl önce öngörüldüğünü söylemek pek yadırganmayacaktır.
Fakat Orwell’in bu kurgusal öngörüsünün de dayandığı, dolayısıyla daha geriye giden, okumaya doyulmaz düzyazıları vardır ki bunlar onu sadece bir romancı olmaktan öte çağına da insanlığın geleceğine de ışık tutan bir düşünür olarak kabul etmeyi gerektirecek bir içerikle karşımıza çıkarlar.
Ve onun düşünce serüveninin nirengi noktası “iktidar” kavramıdır ki bu, modern dünyanın gidişatına damga vurmuş Fransız düşünür Michel Foucault ile aynı izlekte, hem de ona ön gelen bir isim olarak değerlendirmeyi mümkün kılar Orwell’i.
Foucault’nun “müjdecisi”
Yirminci yüzyılda “modernite”den hayal kırıklıklarından sökün eden “postmodernizm”i, özellikle iktidar olgusu/sorunu ve de iktidarın “bilgi” ve “doğru” ile ayrılmazlığı bağlamında Foucault’ya kökenlendirmek yaygın bir tutumdur.
Foucault, kendisini postmodern düşünce çığırıyla özdeştirmemiş, hatta bırakın postmodernizmi “modern” olanı anlama yolunda dahi daha yapılacak çok şey olduğunu ifade etmiştir. Ancak modern çağın kurumsal eleştirisine dair yaptığı çalışmalar, modernitenin asli belirleyenleri olarak “bilime mutlak güven”, “aklın yol göstericiliği” ve “nesnel (tarafsız) gerçeklik” anlayışlarının sorgulanması yolunda postmodern çığır için fazlasıyla ön açıcı olmuştur.
Dolayısıyla, aklın ve bilimin kılavuzluğunda daha ileriye/en iyiye doğru bir modern dünya var etme ideal ve iddiasının "çözülmesinde" Foucault’nun bilgi ve hakikatin iktidarla muteberliğini vurgulayan eserlerinin öncü rolü inkâr edilemez.
Bununla birlikte, Foucault’nun modernliğin eleştirisi açısından önemini reddetmemek kaydıyla ben, modern insandan iflah olmaz bir umutsuzlukla karşımıza çıkan Orwell’i, Foucault’yu önceleyen ve “müjdeleyen” bir zihin olarak işaret etmekten yanayım.
“1984”ün ayak sesleri
Orwell, 70 yıl önce 1949’da “1984”ü yayına sürdüğünde bize modernitenin “bittiği”ni söyleme yolunda bir dönemeci çok erken kaydetmiş bir figürdür.
Ancak onun “1984”ü kurgulamaya giden yolda yapı taşları olarak öne çıkan görüşlerinin yer aldığı denemeler, daha da eski yıllara tarihlenir.
Aslında Orwell’in yaşam deneyimlerini ve gözlemlerini akıl süzgecinden geçirerek kaleme aldığı bu yazılarının daha sonra kurgusal birer şaheser olarak karşımıza çıkacak romanlarının ön hazırlığı olduğunu söylemek de mümkündür.
Mesela 1946’da kaleme aldığı “Yazının Korunması” adlı makalede “1984”ün ayak seslerini rahatlıkla duyarsınız:
“Totaliter tarih anlayışında öğrenilecek değil yaratılacak şeyler vardır. Totaliter bir devlet, aslına bakılırsa, bir teokrasidir ve yönetici kademesi, konumunu korumak adına yanılmaz görünmek zorundadır. Ancak gerçekte kimse yanılmaz olamayacağından şu ya da bu hatanın yapılmamış olduğunu veya şu ya da bu hayali zaferin gerçekten kazanıldığını göstermek adına geçmişteki olayları yeniden düzenlemek sık sık zorunlu hale gelir. (…) Totalitarizm, aslında geçmişin sürekli değiştirilmesine ve uzun vadede muhtemelen nesnel gerçekliğin varlığına inançsızlığa ihtiyaç duyar. (…) Toplum, yapısı belirgin bir biçimde yapay hale gelince; yani yönetici sınıfı işlevlerini kaybetmesine rağmen güç kullanarak ya da sahtekarlıkla iktidara tutunmakta başarılı olunca totaliterleşir. [Böyle bir toplum] Asla ne olayların gerçeğe uygun bir şekilde kaydedilmesine ne de yazınsal yaratının ihtiyaç duyduğu samimiyete izin verir. (…) Yalnızca totaliter bir yapı edinen ülkelerde yazın ölüme mahkûm olmakla kalmaz; aynı zamanda totaliter bir dünya görüşünü benimseyen, zulüm ve hakikatin tahrif edilmesi için bahaneler üreten yazar da, bir yazar olarak kendini yok eder” (G. Orwell, “Yazının Korunması”, Kitaplar ve Sigaralar içinde, Sel Yayıncılık, 2013).
Bunları okuduğumuzda, “1984”teki “Gerçek Bakanlığı”, “Geçmişi kontrol eden geleceği de kontrol eder” gibi resmi sloganlar, “yenisöylem”, “çiftdüşün” gibi resmi dil düzenlemeleri ve doğru/gerçek üzerinde iktidar kontrolünü aksettiren diğer pek çok kurgusal tasvirin Orwell’in zihninde deneme formatında çoktan olgunlaşmış olduğunu anlayabiliyoruz.
Kıyasıya bir modernite eleştirmeni
Başka pek çok romanının alt yapısında da daha öncesinde yazılmış benzeri deneme yazılarının iz düşümlerini bulmak mümkündür Orwell’in…
“Kitapçı Anıları” adlı 1936’da yayımlanmış makalesini okuduğunuzda “Aspidistra”da, paradan nefret edip şair olmak istese de bir türlü hedeflediği noktaya gelemeyen, o yüzden insanlara hem kitap satılan hem de günlük/haftalık olarak kitap kiralanan bir dükkanda karın tokluğuna çalışan Gordon’un evrimsel izlerine rastlarsınız.
Çocukluk ve yatılı okul anılarını keskin bir eleştirellikle paylaştığı 1947’ye tarihlenen “Ne Günlerdi!” başlıklı uzun yazısında bahsettiği yatılı okul müdürünün karısı olan “Flip” lâkaplı “Bayan W” ile “Papazın Kızı”ndaki okul müdürü Bayan Creevy arasındaki ilintiyi fark edersiniz.
“Aspidistra”, “Papazın Kızı”, “Boğulmamak İçin”, “Burma Günleri”, Paris ve Londra’da Beş Parasız”… Orwell’in “Hayvan Çiftliği” ve “1984” gibi herkesçe bilinen distopik-fantastik iki abide eseri dışında kalan bu romanlarını okuduğunuzda da; onları tamamlayıcı mahiyette, muhteşem makalelerinin içerinde topladığı “Faşizm Kehanetleri”, “Kitaplar ve Sigaralar”, “Edebiyat Üzerine”, “Savaş Günlükleri”, “Neden Yazıyorum” gibi kitaplarına daldığınızda da karşınızda kıyasıya bir “modernite” eleştirisi bulmamanız imkânsızdır.
Orwell, adeta insanın “bozulmuş/rotasından sapmış” bir canlı-varlık olduğunu düşünmeye sizi kışkırtacak bir berraklık, sağlamlık ve ikna edicilikle yazmaktadır ne yazmaktaysa…
O bozulmuşluğun özünde de iktidar tutkusu ve tutsaklığı olduğunu size en çarpıcı biçimde hem hissettirir hem de fark ettirir.
Panopticon ve “Büyük Birader”
İşte tam da bu noktadır, Foucault gibi, insan sosyal gerçekliğinin asli işleyiş ilkesinin “iktidar” olduğunu ileri sürmüş bir düşünürü önceleyen ve “müjdeleyen” isim yapan onu…
En bariz örnek olarak belirtmek gerekirse, Foucault’nun, İngiliz siyaset felsefecisi ve hukukçusu Jeremy Bentham tarafından geliştirilmiş “panoptikon” hapishane tasarımını, modern dünyada insan üzerinde iktidar gözetimini karakterize etme yolunda öne çıkardığını biliyoruz. Onun “Hapishanenin Doğuşu” adlı kitabında “panopticon”u kullanıma sokarak anlattıkları, “1984”te romanın merkezi motifi olup totaliter rejim gözetimini simgeleyen ve her köşe başında kapkara gözlerle karşınıza çıkan, altında da “Büyük Birader Seni Gözetliyor” yazan posterle gayet sade ve açık şekilde anlaşılırlık kazanır.
Foucault, “Hepimiz birbirimizle savaşıyoruz. Ve hepimizin içinde de bir başka şeyle sürekli savaşan bir şey var” demektedir.
Orwell’in bir bütün olarak yazın külliyatına dalıp çıktığımızda da bulacağımız aynen budur. Her iki zihin için de tarih, tahakküm yolunda süren ebedi bir oyundan ibarettir.
Ve bu bağlamda Orwell’in öyle bir yazısı vardır ki aynen “panopticon” örneğinde olduğu gibi, Foucault’nun en sarsıcı argümanını; iktidarın sadece tahakküme uğrayanları değil, tahakkümde bulunanları da “bağlayan” bir “makine” olduğu iddiasını kavramamızı sağlar.
Bir fili vurmak!
İktidarın muktedir addedileni de ezdiğini örnekleyen söz konusu yazı, Orwell’in Burma’da İngiliz sömürge yönetiminin komiser yardımcısı olarak görev yaptığı 1920’li yıllara ait bir anısına dayanır.
“Bir Fili Vurmak” başlıklı yazıda, cinsel kızışma sebebiyle saldırganlaşıp bir pazar yerini tarumar eden yaşlı erkek filin, Orwell tarafından istemeye istemeye ama “iktidar” baskısıyla nasıl “etkisiz hale getirildiği”ni okuruz.
Yanında emir eri arkasında da iki bine yakın yerli ile Orwell, filin artık kızışması geçtiği için kimseye zarar vermeyip sakin sakin otladığı yere geldiğinde aslında bu kocaman hayvanı öldürmek değil, bir daha kimseye böyle bir zarar vermemesini sağlayacak şekilde kontrol altına almak istemektedir.
Fakat arkasına düşmüş olan ve iktidarın “taşıyıcısı” olarak kendisinin üzerlerinde konumlandığı kitle, ondan “başka bir şey” yapmasını beklemektedir.
İçinde bulunduğu durumu şöyle netleştirir:
“… Ve bir anda sonuçta fili vurmak zorunda kalacağımı fark ettim. İnsanlar benden bunu bekliyordu ve yapmak zorundaydım. İki bin iradenin beni karşı konulmaz biçimde itelediğini hissedebiliyordum. Ve beyaz adamın Doğu’daki egemenliğinin kofluğunu ve abesliğini ilk kavramam, elimde tüfekle orada durduğum bu anda oldu. İşte buradaydım; silahsız yerli kalabalığının önünde duran beyaz adam. Görünürde oyunun başrol oyuncusu, ancak gerçekte arkasındaki o sarı yüzlerin iradesinin bir ileri bir geri itelediği anlamsız bir kuklaydım. O anda beyaz adamın zorbalaştığında yok ettiğinin kendi özgürlüğü olduğunu anladım. Fili vurmak zorundaydım. Bir sahibin sahib gibi davranması gerekir; kararlı görünmeli, ne istediğini bilmeli ve kesin şeyler yapmalıdır. Bütün bir yolu elimde tüfek, hemen arkamda iki bin kişiyle gelmek ve ardından hiçbir şey yapmadan zayıfça uzaklaşmak; hayır bu mümkün değildi. Kalabalık bana gülerdi. Ve tüm hayatım, Doğu’daki her beyaz adamın hayatı, insanları kendisine güldürmemek için verilen uzun bir mücadeleydi” (G. Orwell, “Bir Fili Vurmak”, Neden Yazıyorum içinde, Sel Yayıncılık, 2013).
Nietzsche’den Foucault’ya bir “ara nağme”: Orwell
“İki bin iradenin karşı konulmaz biçimde itelemesi”; “bir sahibin sahib gibi davranma gerekliliği”; “o sarı yüzlerin iradesinin bir ileri bir geri itelediği anlamsız bir kukla olmak”… Bunlar ve diğer kaydedilenler, iktidarın, muktedire de dışsal ve onu da hükmü altında tutan bir “ağ” olduğu şeklinde çıkış bulan Foucault düşüncesini herkesin anlayacağı bir sadelikle ama aynı ölçüde de sarsıcı/ürkütücü biçimde berraklaştıran ifadeleri Orwell’in…
“Bir Fili Vurmak”tan, 70 yıldır hayatımızda bir “kara elmas” olmuş “1984”e açılan yelpazede Orwell, iktidarı kendisine adeta “metafizik ilke” kılmış insanlığımızın nereye evrileceğine dair öngörüleri geçerlilik kazanmış “kâhinâne” bir edebiyat devi dense yeridir.
Hep söylenir Foucault’nun art alanında gayet bariz şekilde Nietzsche vardır diye…
Bence ikisinin arasına Orwell’i yerleştirmemek hak ihlali olur.