Milattan sonra 4’üncü yüzyılda bu topraklarda yaşadığı sanılan Aziz Nikola, namı diğer “Noel Baba”nın genlerinin sürümleri de muhtemelen mevcuttur bugün aramızda. Hem de Orta Asya-Türk coğrafyasından ve Ortadoğu-İslâm coğrafyasından sürümlerle yarışacak ölçüde!..
Taş Devri’nde yılbaşı yoktu.
Çünkü “yıl” yoktu.
Kültür, nasıl “doğanın insanlaşması”ysa (psikiyatr doktor Serol Teber’in ruhuna selâm olsun: “Doğanın İnsanlaşması”, Öncü Kitabevi Yayınları, 1982)...
“Yıl” da “zamanın insanlaşması”dır.
Marx’ın “doğanın yarattıklarına karşılık insanın yarattığı her şey” olarak en geniş çerçevede tanımladığı kültür, doğaya gem vurma arzu ve çabamızdan çıkış bulur. Zamana gem vurma arzumuzun sonucu ise büyük ölçekli olarak tarih, küçük ölçekli olarak da takvim, yani “yıl-düzeni”dir.
Bu neden Taş Devri’nde eksikti? Çünkü insan için bir gelecek algısı, beklentisi yoktu o zaman. İnsan ömrü, anlık bazda ayakta/hayatta kalma mücadelesiyle geçiyordu Taş Devri’nde; yahut arkeolojik/antropolojik terminolojiyle belirtmek gerekirse, insanlık tarihinin en uzun evresini oluşturan “Paleolitik Çağ”da.
Türümüzün avcı-toplayıcı bir geçim ve sürü toplumsallığından ibaret göçebe yaşam biçimi sürdürdüğü uzun zaman dilimi boyunca temel gereksinimleri (beslenme, barınma, korunma) karşılama yolunda harcanan zaman, başka (bilişsel, algısal, sezgisel, duygusal) faaliyetlere çok fazla imkân bırakmıyordu. Bir günden öbür güne böylesi “fiziksel” bir varlık mücadelesindeki insan için “gelecek”, ne bir algı ne bir beklenti ne de tasarım olarak mevcuttu.
Elbette gelecek umut ve hayalinin olmadığı yerde “tarih” de yoktu.
Zamanın “evcilleştirilmesi”
Tarihle gelecek, “ikiz kardeş”tir. Geleceğe dair bir zihinsel dinamiğin (algı, tasarı, beklenti) olmadığı yerde, bir “tarih-inşası”na da gerek yoktur. İnsanın gelecek (yarın) beklentisi olacak ki onu anlamlandıracak bir “dün”, yani geçmiş olsun!..
Tarih ve gelecek / mazi ve istikbal, insanın doğaya kültürle egemen olması sonucunda zamana vurulmuş dizginlerdir. Böylece insan, hayvanları ve bitkileri, yani toprağı “evcilleştirdiği” gibi, zamanı da evcilleştirmiştir.
İşte insanın zamanı evcilleştirmeyi başarabildiği bu noktadan itibaren takvim, yıl ve “Yılbaşı”, kültür çantamızın ayrılmazları haline geldi.
Karın-doyurma (beslenme) uğraşının insan için bir eziyet olmaktan çıkıp Tarım sayesinde bir “meziyet” haline gelmesi, insanın temel yaşamsal gereksinimler dışında kendine ayırdığı zamanı artırdığı kadar tarımsal faaliyeti daha randımanlı sürdürebilme yolundaki arayışları da artırdı. Takvim, yani “gün-bilgisi”, bu arayışların sonucudur.
Yağmurun-karın, güneşin-donun ne zaman olacağının hem tarla hem de otlak olarak toprağın randımanlı kullanılması açısından iyi bilinmesi; nehir sularının ne zaman azalıp ne zaman coşacağı ve taşacağının kestirilmesi; ve bu hayati ekonomik işleyiş doğrultusunda sosyal ilişkilerin düzenlenmesi… İşte takvimi, bunlar koşulladı (Bozkurt Güvenç Hocamızın ruhuna da selam olsun: “İnsan ve Kültür”, Remzi Kitabevi Yayınları, 1979, s. 192-195).
Yılbaşı Babil’de başlar!
Yıl başını da yıl sonunu da, öyle coşku, sevinç ve umut dolu yeni yıl kutlamalarını da bu sürece borçluyuz. Dolayısıyla Tarım’ın beşiği olan Ortadoğu/Mezopotamya ve orada insanlık tarihinde karşımıza çıkan ilk uygarlıklar (Sümer, Babil, Asur) bu bağlamda da öncülüğe sahip gibi görünmekteler. Nitekim tarihsel olarak kaydedilebilmiş en eski yeni yıl kutlamaları da Babil’de karşımıza çıkıyor (burada da değerli dostum Kudret Emiroğlu’ya selâm olsun: “Gündelik Hayatımızın Tarihi”, Dost Kitabevi Yayınları, 2002, s. 63).
Genelde yılbaşı olarak baharın başlangıcı sayılan günlerin seçilmesi yaygın irili-ufaklı, hem büyük ölçekli (devlet, imparatorluk gibi) hem de küçük ölçekli (kabile, şeflik gibi) insan topluluklarında ki bu günler de mart ve nisan aylarında yoğunlaşıyor. Ama bu bakımdan tek ve sabit bir gün yok.
Ayrıca haziran gibi yaz başında ya da eylülden itibaren sonbahar aylarında da yeni yıl kutlamaları yapan toplumlar/kültürler var. Burada belli ki coğrafya, iklim ve bunlara dayalı yaşam biçimiyle bağlantılı bir takım mevsim dönümlerinin söz konusu insan topluluklarının dünyasındaki anlamı gün seçiminde belirleyici oluyor.
“1 Ocak”, Roma’dan miras
Ama işte günümüz dünyasında karşımızda büyük ölçüde standartlaşmış olarak “1 Ocak-Yılbaşı”sı var. Ve Batı antipatisi, özellikle de dinbaz taassup ve tasarruflara bağlı olarak bu, yıllardır bizim ülkemizde bir neşe, coşku ve geleceğe dönük ümit kaynağı olmaktan çıkıp tedirginliğe, tedhişe ve ümitsizliğe gebe bir gün haline geldi.
Tabii hep aynı terane eşliğinde: Yılbaşı, Noel’dir; bu bir Hristiyan/gâvur âdetidir; Müslüman bunu kutlamaz, Noel Baba’yı da tanımaz; olsa olsa, birkaç yıl önce gayet “fantastik” şekilde sokak ortasında gerçekleştirildiği üzere (balondan) Noel Baba’yı sünnet eder!..
Hâlbuki cehaletin daniskası bir anlayıştır bu. Çünkü Yılbaşı olarak 1 Ocak, Hristiyanlıkla değil, Hristiyanlık-öncesi “Roma” ile irtibatlıdır.
“Roma”da üst düzey yöneticilerin (konsüller) resmi olarak göreve başladıkları tarih yılbaşı sayılmaktaydı. Bu daha önce 1 Mayıs ya da 15 Mart iken M.Ö. 153’ten itibaren 1 Ocak olarak belirlendi ve “Cumhuriyet”i İmparatorluk” haline getiren Jül Sezar’ın Jülyen Takvimi’yle de (M.Ö. 45) sabitlendi.
İsa’nın değil, “Güneş”in doğum günü
Bir de tabii 1 Ocak’ın Hristiyanlıkla, özellikle de 25 Aralık “Noel”i, yani (sözde) “İsa-Mesih’in Doğumu”yla irtibatlandırılmasına yönelik bir gerekçe olarak, İsa’nın doğumundan 7 gün sonra 1 Ocak’ta sünnet edilmiş olduğu iddiası da var.
Ancak kaydedilmesi gereken, “İsa’nın doğumu” (Noel/Christmas) olarak işaret edilen 25 Aralık’ın bir kurgu olduğudur. İsa’nın doğum tarihine ilişkin hiçbir bilgiye sahip değiliz.
Bununla birlikte şu bilgiye sahibiz ki “25 Aralık”, Hristiyanlığın bir inançsal seçenek olarak “Roma” ikliminde hissedilir hale geldiği dönemde rekabet içine girdiği Roma paganizmi (çoktanrıcılığı) ile İran kökenli Mitraizm inancının kitlesel etkisini bastırma yolunda bu dine uyarlanmıştır.
Antropolojik bir yaklaşımla ifade etmek gerekirse, eski inancın ritüel kalıbı, yeni inancın ritüel kalıbına uyarlanıp “soğurularak” bir “senkretizm” yani bağdaştırmada bulunulmuştur.
Böylece Paganik ve “Mitraik” güneş kültü, “Güneş’in doğum günü” inancı Hristiyanlığa “yedirilerek” İsa-Mesih’in doğum günü yapılmıştır.
Tıpkı “Hıdrellez”in de bizim bu topraklarda Hristiyan Aya Yorgi (“Saint George”) kültünden bir “bağdaştırma” sonucu İslami çerçevede türetilmesine benzer biçimde!..
İşte “Noel Baba” da esas itibarıyla böyle bir dinler-arası bağdaştırma, yani “senkretizm” mahsulüdür.
Anadolu’dan çıkan “Aziz”
Milattan sonra 4’üncü yüzyılda bugün bizim yaşadığımız topraklarda Likya (Teke Yarımadası) ve Myra’da (Demre) yaşamış bir aziz olan Aya Nikola, özellikle Kuzey Avrupa’nın Hristiyanlık-öncesi pagan halklarında yaygın kış mevsim-dönümü festivalleriyle irtibatlı (ve bu halkları Hristiyanlığa “kazanmak” amaçlı) bir bağdaştırma ile bugün bildiğimiz “Noel Baba” tiplemesine oturtulmuştur.
Birkaç sene önce yılbaşına birkaç gün kala Cuma hutbesinde yeni yıl kutlamanın “haram”larından, “günah”larından ve “kahrından” söz eden bir hocaefendi, bağıra bağıra ve azar azar sormuştu cemaate; “Noel Baba sizin neyiniz olur” diye…
Elbette hiç kimse ona “ceddimiz (atamız) olur” demedi, diyemedi!..
Oysa bu memlekette “biyo-antropolojik” ve “antropogenetik” araştırmalar gayet açık göstermektedir ki Anadolu’da bugün yaşayanların gen havuzunun en yakın irtibat içinde olduğu topluluklar, Ege, Akdeniz ve Balkanlar’daki yakın komşularımızdır (bu noktada da DTCF Fizik Antropoloji’den Dr. Armağan Saatçioğlu’nun ruhuna selâm olsun: “ABO Genleri Yönünden Türkiye’nin Yeri ve Bu Ülkedeki Gensel Çeşitlilik Üzerine Biyometrik Bir İnceleme”, A.Ü.D.T.C.F. Yayınları, 1978).
Bu doğrultuda denilebilir ki 4’üncü yüzyılda bu topraklarda yaşadığı ileri sürülen Aziz Nikola’nın genlerinin sürümleri de mevcuttur o zaman aramızda! Hem de Orta Asya-Türk coğrafyasından ve Ortadoğu-İslâm coğrafyasından sürümlerle yarışacak kapasitede!..
Noel Baba “içimizde”
Orta Asya’dan bu coğrafyaya Türkler Müslüman kimliğiyle dört nala geldiğinde burası boş değildi. Gelenler, siyasal olarak bir fetih gerçekleştirdikleri ölçüde “kültürel” olarak da fethedilmişlerdir.
Daha doğrusu, muazzam bir “bağdaştırmacılık” eşliğinde Aziz Yorgi Hızır-İlyas’la, Aziz Nikola (Balkanlar’da) Sarı Saltuk’la ve Aziz Şaralambus da Hacı Bektaş’la “sentezlenmiş”, böylece Hristiyan ahali İslâm’a kazanılmaya çalışılmıştır.
Kuvvetle muhtemel şekilde bugün Aziz Nikola, namı diğer “Noel Baba”nın kemikleri çıkarılsa ve bir DNA analizine tâbi tutulsa, onun bu topraklardaki Müslüman-Türk popülasyonun bir kesimiyle genetik eşleşmesi, biliyorum kimileri için sarsıcı, yıkıcı, şoke edici olacaktır; ama benim için hiç mi hiç şaşırtıcı olmayacaktır.
Noel’i, Christmas’ı bilmem… Ama Noel Baba yabancımız değildir.
Noel Baba ceddimizdir.
Noel Baba bizimdir ve “Biziz”dir.
Hadi, yeni yılınız mübarek olsun!..