İşlerimizin de, yasalar ve anayasalar içinde, parlamentolar, hükümetler, varsa başbakanlar, yoksa başkanlar yoluyla gerçekleşeceğini umuyor ve bekliyoruz.
Arzu ettiklerimizin olanı var, olmayanı da, engelleneni var, becerilemeyeni de. Sorunları aşma mücadelemizse baskılarla karşılık buluyor, umutlar örseleniyor.
Ama yetki, sorumluluk, iyi niyet, kabahat, itham, özgür ifade birbirine karışıyor. Nedenlerini birbirimizde ve rejimde arıyorken, fiziksel engeller gözden kaçıyor!
Önemli mi, evet!.. Ayakkabısı vuruyorsa, askısı kopan pantolonu düşüyorsa, dişi ağrıyor, mikrofonu vınlıyor, dinleyicisi uyukluyorsa kişi önerisini nasıl sunabilir?
İşgüzarlık, acemilik, telâş, inat, kurnazlık, özenti gibi soyut nedenlerle yola çıkıp hayatımıza yerleştirilen maddî yanlışları canım sıkıldıkça yazı konusu yapmıştım;
Anayasa ismi neden, nereden, ne zaman geldi? Meclis dekorasyonu, hatipleri zorluyor mu? Vekiller nasıl Bakan oldu? Turkuvaz rengi, nasıl oldu da millî oldu?
* * *
Anayasalar, bir devletin nasıl düzenlendiğini, nasıl biçimlendiğini, nasıl işlediğini gösteren kurallar bütünüdür. Bu kurallar yaşananlardan yola çıkılarak tartışılan, üzerinde uzlaşılmış ve toplumun onayına sunulup kabul edilmiş bir sözleşmedir.
Bu temel yasaya Frenkçede, kuruluş anlamına gelen "Constitution" denilmiştir. Osmanlı'da da 1876 ve 1908 Meşrutiyetlerinde "Kanun-i Esasî" adı verilmişti. Açıklayıcı ve ne olduğu anlaşılır bir isim. Sonra defalarca gelgitlerle değiştirildi.
1921 ve 1924 yıllarında Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Meclislerinde bu yasaya "Teşkilat-ı Esasîyye" adı uygun görüldü. Yine çok açık ve ne olduğu adında saklı. Ama 1945 de yeni bir düzen umudu belirince CHP Meclisi "Anayasa" adını seçti.
Derken 1950 yılında çok partili düzende, Demokrat Parti meclis çoğunluğu anneyasanın adını bir kez daha değiştirdi ve eski adına rücu etti. Böylece içeriği, adı bir kez daha değişen Anayasa "Teşkilât-ı Esasîyye" diye anılmaya başlandı.
Ne zamana kadar anıldı dersiniz? Ülke yönetimine el koyan askeri yönetimlerin Teşkilât-ı Esasîyye'den vazgeçip onu yeni baştan yazmaya başlamalarına kadar. 1961 ve 1982'de "Anayasa" geri geldi ve Darbe Anayasası olarak nitelendirildi.
* * *
Milletvekillerimiz, Millet Meclisinde bedensel, ruhsal ve zihinsel olarak dinginlik içinde konuşuyor ve birbirlerini dinleyebiliyorlar mı? Pek sanmıyorum doğrusu.
Parlamentolar toplaşıp konuşmaya uygun mekânlar olmalı, dostlar meclisi gibi.
Totaliter yönetimlerde meclisler, sadece yüksekte oturan şefi görecek biçimde
aşağıda düzgün olarak sıralanmış dinleyicilerden oluşur. Demokratik ülkelerde vekiller birbirlerini rahatça görebilecekleri çember biçimli anfilerde otururlar.
Bizim meclis daireseldir ama vekiller yine de birbirlerinden ve konuşmacısından uzak kalmıştır. Hatip bağırmak ve nutuk atmak zorundadır. Konuşmacı her tür görüşten bir vekil kalabalığına karşı, farklı bir şeyler söylemeye çalışan kişidir.
Orada yalnızdır ve doğal olarak gergindir. Kürsü ve bastığı yer onu rahatlatmalı, ve güven vermelidir. Orası ona aittir, kâğıtları özeldir, mahremdir. Buyurucu olmayan hafif eğimli kürsü, kolay okuma sağlar, onu etraftan gizler ve korur.
Salona bakarak konuşan hatip, dinleyicilerin yüzlerini, gözlerini rahatça görerek sözlerini sürdürmelidir. Oysa oturanlara bakınca etkin olarak görünen, vekillerin yüzlerini maskeleyen ve iki yanından taşan, narçiçeği renkli parlak koltuklardır.
Bu mecliste oturanlarsa, saatler, günler, geceler ve yıllarca salonun orta yerinde uzanan, göz kamaştırıcı beyaz boyalı bir duvara bakmak zorundadırlar. Yerler de bembeyazdır. Orada konuşan, dolaşan insanlar, oturanlara siluet gibi görünür.
Bu kadar büyük, ışıklı bir düzeye sürekli bakmak bünye için zordur. Gözler hep durmaksızın bir önüne bir beyaz satha baktıkça iris bir kapanır bir açılır, yorulur. Oysa konuşanın yüzü, mimikleri kolay izlenmelidir, görülmesi gereken bunlardır.
* * *
Eskiden bakanlara vekil ve başbakanlara da başvekil denirdi, doğru ve yerinde. Ne oldu da vekil gibi görevin içeriğini iyi ifade eden bir adlandırma kaldırılıp da yerine bakan gibi nereye, neden baktığı izaha muhtaç bir sözcük getirildi acaba?
Kaldı ki bizim kültürümüzde, birine dik dik bakarsan, adam sana diklenir, "ne bakıyorsun kardeşim, açıkta bir şey mi gördün?" gibisinden. Gözünü dikip de bakmak bir anlamda düşmanlık belirtisidir de, en azından nezaketsiz bir tavırdır.
O zaman neden vekil değil de bakan oldu adları? Milletin vekili olan milletvekili yerli yerinde duruyorken. Kadîm demokrasilerde olduğu gibi tüm milleti bir alanda toplayıp karar istenmesi imkânsız olduğu için bu iş vekillerine düşüyor.
Adları da doğru konulmuş, Milletvekili. Milleti oluşturan bireyler kazançlarının bir parçasını, yani kendi parasını yine kendine harcanması için vekil'ine teslim ediyor. Vekil , benim paramı, kendi uzmanlığında benim yerime harcayandır.
Bakan, bana bakan ve beni bakıma muhtaç olarak gören, bana sormadan para harcayan işgüzardır. Devletçi ekonomilerde bu doğal ve işlevsel sayılabilir belki. Kendileri her işime karışan kasıntı bir görevlidir. Onun için ona gıcık olan çoktur.
* * *
Ben ve millet dahil, insanlık hiçbir şeyden çekmedi, işgüzarlardan çektiği kadar. Bir gün eski meclis başkanı TV'de bir haber duyurdu. Ne güzel bişey, diyordu, yol halılarımız turkuvaz renginde olacak, üstünde milli duygularla yürünecek artık!..
Bizde camgöbeği denir, bir renk vardır, eloğlunun turquoise dediği. Şimdi her yer süs havuzları gibi pırıldıyor ve üstünde gezinen flu hayaletler de Türk'ü çağrıştıracak! Zemin, halı koyu renkte olur ki, üstündeki insanlar pırıldasın diye.
* * *
Devletin düzenini isimlendiren, özgürlüklerimizin güvencesi temel bir yasası…
Milletvekillerimin içi ve dışı rahat, neş'e içinde toplaşıp konuştuğu bir meclisi…
Bir de benim işlerimi, paramı vekaleten harcayarak çözen Vekillerimiz olsa…
Ve Allah beni, milletimi ve insanlığı işgüzarlardan ve imkânsızlıklardan korusa…