12 Aralık 2021
Küresel ölçekte seçkin uzmanlarla geleceğin sektörleri ve eğitim konusunda söyleşileri sürdürüyorum. Bu hafta, Almanya'da çalışan çok genç ve başarılı bir akademisyen ile biyoteknoloji konusundaki projelerini konuşacağız. Bu önemli alanda Almanya'daki ve Türkiye'deki akademik faaliyetleri irdeleyeceğiz.
Prof. Dr. Selin Kara, Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nden hem Kimya Mühendisliği ve hem de Gıda Mühendisliği mezunu. 2005 yılında Alman Akademik Değişim Servisi (DAAD) bursu ile Hamburg Teknik Üniversitesi'nde (TUHH) biyoteknoloji yüksek lisans öğrenimine başladı. 2011 yılında biyokataliz ve biyoreaksiyon teknolojisi alanında doktorasını tamamladı. Doktora sonrası araştırmalarını Hollanda'nın Delft Teknoloji Üniversitesi'nde yaptı. 2013 yılında Almanya Dresden Teknik Üniversitesi'nde moleküler biyoteknoloji alanında yardımcı doçent olarak göreve başladı. Mayıs 2018'de TUHH'da biyoproses teknolojisi alanında doçent oldu.
Prof. Kara 2018'den itibaren Danimarka Aarhus Üniversitesi Biyoloji ve Kimya Mühendisliği Bölümü'nde biyokataliz ve biyoproses araştırma grubunun başkanıdır. Temmuz 2019'dan Ekim 2021'e kadar ayrıca Endüstriyel Biyoteknoloji Bölüm Başkanı oldu. Ekim 2021'de profesör ve Almanya'da Gottfried Wilhelm Leibniz Universität Hannover (LUH), Teknik Kimya Enstitüsü'nün yöneticisi oldu.
- Selin Hocam, geçen yüzyılın son yarısında biyoteknolojinin yükselişinden bahsediliyordu. Ben de dahil olmak üzere pek çok araştırmacı bu alana yöneldi. Siz biyoteknolojinin güncel bir tanımını yapar mısınız? Çalışmalarınız bu alanda hangi konulara odaklanıyor?
En basit tanımıyla biyoteknoloji; biyoloji, organik kimya, moleküler biyoloji ve mikrobiyoloji gibi temel bilimlerin, biyokimya mühendisliği ve proses mühendisliği ile ortak çalışması ile icra edilen, disiplinler arası bir araştırma alanıdır. Bu alanının amacı, yaşamımızı, gezegenimizin sağlığını korumaya yardımcı olan teknolojiler ve ürünler geliştirmektir. Aslında insanlar, 6000 yıldan fazla bir süredir ekmek ve peynir gibi gıda ürünlerini elde ederek onları uzun süre saklamak için mikroorganizmaları kullanıyor.
Benim araştırma alanım, günlük hayatta kullanılan ilaç, kozmetik veya plastik gibi ürünleri doğadan elde edilen hammaddeler ve enzimler ile üretmek. Ayrıca, onları daha verimli şekilde büyük ölçekte üretmektir. Bu alan, 12 "Yeşil Kimya" prensibinin hemen hepsini kapsamaktadır. Bunlar arasında, sürdürülebilir hammaddeler kullanmak, üretimi seçici hale getirerek sadece istenen ürünü elde edebilmek, doğaya zarar verebilecek herhangi bir toksik ve/veya kanserojen madde kullanmamak, doğa dostu şartlar altında az enerji tüketmek gibi hedefler sayabiliriz. Şu anda, araştırmalarımızın bir kısmı devlet destekli, bir kısmı ise Avrupa Birliği desteklidir. Onları, ilaç, biyopolimer ve aroma maddeleri üreten firmalar ile ortaklaşa yürütüyoruz.
- Dünyada fosil yakıtlardan biyoenerjiye ve biyoekonomiye geçiş konusuna nasıl bakıyorsunuz?
Yeşil Kimya ürünlerini geliştirmek için, Petrokimya ürünlerinin üretim yöntemlerinin değiştirilmesi gerekiyor. Bu bağlamda fosil yakıtlar, aslında resmin sadece küçük bir parçası. Günlük hayatta sıklıkla kullandığımız pek çok ürün, örneğin plastikler hâlâ fosil hammaddelerden üretiliyor. Biyoteknoloji alanında sürdürülebilir ürünlerin ve enerjinin elde edilmesi için araştırmalar yapılıyor.
Biyoekonomi ya da "döngüsel biyoekonomi" sürdürülebilir hammaddeler kullanarak üretim yaparken atık üretimini ve gaz salınımını asgaride tutmayı hedefliyor. Döngüsel biyoekonomi, şehirlerimizin yanı sıra tarım, gıda, sağlık ve sanayiyi bütünsel olarak dönüştürmek için kavramsal bir çerçeve sunar. Yıllardır fosil bazlı üretim yapan sanayilerin bu yönde yatırım yapması kolay olmayacağı için bu amaca ulaşmak zaman alacaktır. Aslında biyoekonomiye geçiş, sanayi, devlet ve halkın ortak hedefi olmalıdır.
- Günümüzde pandemi, çevre felaketleri ve göçlerle uğraşıyoruz. İklim krizi nedeniyle göller kuruyor, ormanlar yanıyor, denizler kirleniyor ve bazı canlı türleri yok oluyor. Bir biyoteknoloji uzmanı perspektifinden dünya nereye gidiyor? Biyoteknoloji iklim krizine yönelik hangi çözümleri getirebilir?
Öncelikle bugünkü küresel resmi doğru bir şekilde çekmemiz gerekiyor. 2015 senesi itibarıyla 50 trilyona yakın mikroplastik parçacığın okyanusların yüzeyinde biriktiği hesaplandı. 2030 yılında 1,3 milyar ton karbondioksit salınımı olacağı tahmin ediliyor. Zaten, ortalama olarak yıllık 350 milyon ton petrol ürünü kullanılıyor. Bu tüketim şekli sürdürülebilir değil. Bu ürünleri üretmek ve saflaştırmak için yüksek enerji tüketerek çevre sorunları yaratılıyor.
Biyoteknoloji ile çevreye en az zarar verecek üretim sistemleri tasarlıyoruz. Asgari miktarda atık üreterek ve asgari miktarda enerji kullanarak, iklim değişikliğine yönelik önlemler sunabiliriz. Örneğin, 2018 Kimya Nobel Ödülü, kimyasal maddelerin üretiminde kullanılan dayanıklı enzimler tasarlayan bir bilim insanına verildi.
- Pandemi sırasında biyoteknoloji alanında önemli bir gelişme oldu. Alman Biontech şirketinde çalışan Prof. Dr. Uğur Şahin ve Dr. Özlem Türeci tarafından kısa sürede üretilen aşı onay alması biyoteknoloji dünyası için çok önemli bir dönüm noktasını işaret ediyor. Bu alanın uzmanı olarak biyoteknolojinin geleceğine nasıl bakıyorsunuz?
Biyoteknolojideki küresel trendleri iyi irdelemek gerekiyor. Bir tarafta kişiye özel beslenme ve tedavi gelişirken, diğer tarafta artan nüfus için sağlıklı besin tedariki önem kazanıyor. Öte yandan yüksek enerji tüketiminden kaynaklanan iklim değişikliği küresel tehdit oluşturuyor. Hangi uygulamaları değiştirmemiz gerektiğini ve gelecekte hangi yeniliklere ihtiyacımız olacağını anlamaya çalışıyoruz. Bu maksatla ilkin bir vizyon oluşturmak gerekiyor. İkinci aşamada ise gerekli bilgi ve kapasite oluşturmalıyız. Üçüncü aşamada ise yeni teknolojileri kullanarak biyoteknolojiyi sağlık, beslenme ve enerji alanlarında; yani günlük yaşamın her tarafında kullanmamız gerekiyor.
Bana göre biyoteknoloji şu anki küresel trendleri yakalayabilmek ve küresel ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için artık bir zorunluluk haline geldi. Geleceğin dünyasında, yapay zekâ ile tasarlanan biyoteknolojiye dayalı yeni üretim yöntemleri akıllı fabrikalarda uygulamaya geçecek. Prof. Dr. Uğur Şahin ve Dr. Özlem Türeci'nin başarısı, tıpkı Prof. Dr. Aziz Sancar'ın Nobel Ödülü gibi bir Türk olarak beni çok gururlandırdı. Eğer şartlar uygun olursa Türk bilim insanlarının ne kadar başarılı olabileceğini bize ve tüm dünyaya gösterdi.
Ben yıllar önce Avrupa Birliği'nde Bilgi Temelli Biyoekonomi (KBB) toplantılarına Türkiye'yi temsilen katılmıştım. Orada Almanya'nın bu konuya büyük kaynak ayırdığını ve diğer ülkelere öncülük ettiğini görmüştüm. Bu konuda Almanya şimdi ne durumda?
Biyoekonominin, Almanya Federal Eğitim ve Araştırma Bakanlığı'nın en önemli gündem maddesi olduğunu söyleyebilirim. Bakanlık kendisine altı ana hedef belirlemiş durumda: sürdürülebilirlik için biyoekonomik çözümler geliştirmek, ekoloji için biyoekonominin rolünü geliştirmek, biyolojik bilgiyi genişletmek ve uygulamak, ekonomik kaynaklarla sürdürülebilir üretimi desteklemek, Almanya'yı biyoekonomide lider ülke konumuna getirmek ve toplumu bu sürece dahil ederek ulusal ve uluslararası iş birlikleri yapmak. Almanya, döngüsel biyoekonomiyi günlük hayatın her alanına uyarlamayı hedefliyor.
- Türkiye'de pek çok üniversitede biyoteknoloji ile ilişkili bölümler var. Onlar çok sayıda mezun veriyor ancak bu alanda istihdam yaratacak sanayi oluşmadı. Benim derslerimi alan öğrencilerin bir kısmı yurt dışına gittiler, bir kısmı ise meslek değiştirdiler. Sizce biyoteknoloji açısından Türkiye ne durumda?
Biyoteknoloji, özetle temel bilimler ve mühendisliğin ortak katkı yaptığı disiplinler arası bir araştırma alanıdır. Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkenin bir alanda söz sahibi olması için hem temel bilimlerin hem de mühendisliğin kuvvetli olması gerekir. Ayrıca orta ve uzun vadede lider olmak istenen stratejik alana kaynak ayırmalıdır.
Daha önce bahsettiğim gibi ilk önce küresel trendleri anlamak ve küresel ihtiyaçların farkında olmak gerekiyor. Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminden itibaren Türkiye'nin en kuvvetli olduğu iki konu "harbiye" ve "tıbbiye" olmuştur. Türkiye'de bu iki alanda bir araştırma kültürü oluştuğu söylenebilir. Örnek vermek gerekirse, cumhuriyetin ilk sağlık bakanlarından Refik Saydam döneminde, tifüs, difteri, kolera, tetanos ve kuduz aşıları ve serumlar ülkemizde geliştirildi ve üretildi. Hatta 1940'ta Çin'e kolera salgını için aşı ihraç edildi. Özetle, biyoteknoloji konusunda tecrübe oluştu. Stratejik gelişme alanı olarak seçilir ve yeterli katkı verilirse, Türkiye'nin biyoteknolojide lider ülkelerden biri olabileceğini düşünüyorum.
- Biyoteknoloji alanı biyoloji, kimya ve biyokimya gibi pek çok temel bilimlerle birlikte gelişebiliyor. Türkiye'de son dönemde pek çok üniversitede bu bölümlerin kapatıldığını görüyoruz. Temel bilimler olmadan bu alanda gelişme sağlanabilir mi?
Sorunuzun yanıtı kısaca "tabii ki hayır". Temel bilimler olmadan, bu alanda gelişme sağlanamaz. Eğer Joseph Fourier olmasaydı, Fourier dönüşümleri olmazdı ve televizyon, radyo, telefon gibi iletişim araçları icat edilemezdi. Benzer şekilde, Leibniz ve Newton türev ve integrali keşfetmeseydi, bugünkü modern mühendislik olamazdı.
Türkiye'de çok sayıda, ihtiyaç fazlası temel bilimler bölümü varsa onlar kapatılabilir. Önemli olan orta ve uzun vadede, hangi temel bilim alanlarında, kaç tane öğrenci yetiştirmek gerektiğini belirlemektir. Aslında temel bilimler, eğitimin ve araştırmanın pahalı olduğu alanlardır. Az sayıda, seçkin üniversitede temel bilimler eğitimi vermek, kaynakları daha verimli kullanmak için akılcı bir yaklaşım olabilir.
- Bilim, teknoloji, sanayi ve sosyokültürel alanlarda Almanya örnek bir ülke. Sizce bu gelişmede üniversitelerin ve araştırma merkezlerinin rolü nedir? Onları desteklemek için devletin ayırdığı kaynaklardan bahsedebilir misiniz?
Öncelikle, Almanya "tüketerek" değil, "üreterek" büyüyen ve cari fazla veren bir ülke. İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana, bütün hükümetler bu hedefe yöneldi. Üretken güçlü bir sanayi için de eğitimli insan gücü yetiştirmek gerekti. Bu nedenle, Almanya'da üniversite profesörleri ve öğretmenler toplumda çok özel bir yere sahiptir.
Araştırma-geliştirmeye en çok para harcayan dört ülke, ABD, Çin, Japonya ve Almanya'dır. Dünya Bankası verilerine göre, Almanya'nın ihracatında yüksek teknoloji oranı yüzde 15'in üzerindedir. Devletin üniversitelere verdiği desteğin yanında, Almanya'da pek çok şirket araştırmayı desteklemektedir. BMW ve Volkswagen gibi otomobil devlerinin araştırma fonları var. Şirketler üniversitelere her yıl milyarlarca avro destek veriyor.
Almanya'da akademisyenler, kolayca ulusal destek bulabildikleri için, Avrupa Birliği projesi yazmak konusunda isteksiz davranabiliyorlar. Kısacası, temel büyüme stratejisinden başlayarak kamu ile özel sektör el ele araştırma-geliştirmeyi destekliyorlar. Ayrıca, eğitim sistemi uzun dönemli stratejik bir bakışla yönetiliyor.
- Türkiye'de her yüz kişiden dokuz kadarı üniversite öğrencisi. Oysa Almanya, Danimarka İsviçre ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerde bu oran kabaca yüz kişide üç civarında. Türkiye'de 8 milyon üniversite öğrencisi varken bu sayı Almanya'da 3 milyon. Buna karşılık, üniversite mezunlarımızın asgari ücretle çalışmasını siz nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye'de gereğinden çok fazla üniversite ve üniversite öğrencisi var. 2000 yılından beri, herhangi bir stratejik plana dayanmadan, uzun dönemli kâr-zarar hesabı yapılmadan her şehre üniversite açıldı. Hızla artan üniversitesi sayısı, toplam verimliliği düşürdüğü gibi, mezunların diplomalı işsizlere dönüşmesine neden oldu. Sonuç olarak, devletine, toplumuna küskün, hayal kırıklığına uğramış bir gençlik yetişiyor.
Bu durumun değişmesi için, Türkiye'nin hangi alanda ne kadar öğrenci yetiştirmesi gerektiğinin 20-30 senelik planları yapılmalıdır. Gereksiz bölümler ve üniversiteler kapatılmalı veya mesleki eğitim kurumlarına dönüştürülmelidir. Türkiye'nin bu kadar çok sayıda üniversite ve üniversite öğrencisini finanse etmesi imkânsız ve gereksizdir. Kaynakları daha verimli kullanan seçkin üniversiteler Türkiye'nin gelişimine daha çok katkı yapacaktır.
Yeni bir üniversite kurulurken, Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) asgari açık ve kapalı alana sahip olma, kütüphane, uluslararası veri tabanı üyelikleri, minimum sayıda akademisyen kadrosu koşulunu uygulamalıdır. Dahası, açılan bölümlerden mezunlarının iş bulma sürelerini takip ederek, mezunları iş bulamayan bölümler kapatılabilir.
- Bizim en iyi üniversitelerimiz dünya sıralamalarında ilk bin arasına girmek için mücadele ederken, pek çok Alman üniversitesi ilk yüz ve ilk beş yüz içinde yer alıyor. Alman üniversitelerinin ülkemizdeki üniversitelerden en önemli farkları nelerdir?
Öncelikle bir ülkenin, katma değeri yüksek ürün üretmesi için çok iyi bir üniversite sisteminin olması şarttır. Alman üniversiteleri hem kamu kurumları hem de özel sektör tarafından desteklenmektedir. Türkiye ise katma değeri yüksek ürün üretmek yerine, kaynaklarını verimsiz inşaat projelerine yönlendirmeyi ve tüketimi artırarak büyümeyi seçmiş gibi görünüyor. Bu ortamda, inovasyona gerek duymayan şirketlerin araştırma-geliştirmeye destek vermesi beklenemez.
Bir ülkenin katma değeri yüksek ürün üretebilmesi için üniversitelerdeki inovasyon desteklenmeli ve fikri haklar korunmalıdır. Akademik hırsızlık (intihal) gibi suçlar da ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Akademik araştırma olmadan inovasyon yapan şirketler kurulmaz.
Alman üniversitelerinde akademisyen atamalarının çok özenle ve dikkatle yapıldığını belirtmek isterim. Üniversitenin mensuplarından ve uluslararası araştırmacılardan oluşan 10-15 kişilik hakem heyetinin ortaklaşa kararı ile bir atama yapılır. Başvuran adayların dikkatle değerlendirildiği uzun bir süreçten geçilir. Bu seçim yapılırken toplamda beş ana faktör göz önüne alınır. Bunlar; yayın sayısı, uluslararası ölçekte tanınmışlık, destek alınan proje sayısı, araştırma-geliştirme vizyonu ve vermiş olduğu derslerin öğrenciler tarafından değerlendirilmesidir.
Türkiye'de de üniversitelere akademisyen alımı yapılırken, hakemler komitesinde mutlaka yabancı bir akademisyen bulunmalıdır. Hatta doktora tezleri için de yabancı hakem raporu şart koşulabilir. Üniversite, kelime anlamı ile "universal" yani küresel bilgi üretilen yer ise, akademisyenlerin de yabancı bir göz tarafından değerlendirilmesi çok doğaldır.
- Alman üniversitelerinin iş dünyası ile ne şekilde iş birliği yaptığını biraz daha açabilir misiniz?
Şirketler, inovasyon yapabilmek için akademik araştırmaya ihtiyaç duyunca üniversitelerle temasa geçiyorlar. Taraflar arasında fikri mülkiyet hakları anlaşması düzenleniyor ve bir doktora projesinin masraflarının yarısı şirket tarafından karşılanabiliyor.
Aslında iyi eğitimli bir uzmanın iş bulabilmesi için ona ihtiyaç duyan bir sanayinin olması gereklidir. Türkiye'de, ucuz iş gücü ile katma değeri düşük ürünler üreten şirketler var. Bunun kanıtı da, tarihsel olarak dövizin değeri yükseldiğinde ihracat artışının sınırlı kalmasıdır. Çünkü ihracat, o derece ithalata bağlıdır ki, dövizin artması bir noktada ihracatı da engelliyor.
Aslında temel soru şu; "Türkiye, gerek meslek yüksekokulu mezunu iyi yetişmiş ara elemana, gerekse iyi üniversite mezunlarına ne kadar ihtiyaç duymaktadır?" Almanya sanayide inovasyona, Türkiye ile karşılaştırılamayacak kadar çok önem vermektedir. Bu nedenle sanayi, iyi eğitimli uzmanlardan oluşan insan gücüne ihtiyaç duymaktadır.
Kaynakların çoğunu inşaat sektörüne harcayan hiçbir ülke zengin olamaz. İyi eğitimli uzmanlara da ihtiyaç duymaz. Bu nedenle, öncelikle ülkenin büyüme modelinin tamamen değiştirilmesi gereklidir. Bunun yöntemi de, Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının yaptıklarından öğrenilebilir.
- Almanya'da üniversiteye giriş sistemi bizde olduğu gibi merkezi bir sınavda test çözmek üzerine mi kuruluyor? Öğrencilerin test dışındaki yetkinliklerine önem veren üniversiteler var mı?
Almanya'da bazı istisnalar hariç, üniversiteye girmek lisede alınan notlara bağlıdır. Fakat bu durum "Almanya'da üniversite sınavı yok, Türkiye'de de olmasın" şeklinde basitçe açıklanabilecek bir durum değildir. Almanya'da liselerdeki notlar oldukça tarafsızdır, belli bir standart uygulanır ve onlara güvenilir.
Çin ve Hindistan'da olduğu gibi, ülke genelinde eğitim ve notlarda standart sağlanamıyorsa, bir üniversite sınavına ihtiyaç duyulacaktır. Eğer Türkiye üniversite sınavını kaldırmak istiyor ise, önce liselerde not verme sistemini iyileştirmeli ve standart hale getirmelidir. Merkezi üniversite sınavının, Türkiye'de eğitimin temel problemlerinden biri olduğunu düşünmüyorum.
- Alman üniversitelerinde derslerde iş dünyasındaki vakalar inceleniyor mu? Lisans programlarında bitirme projeleri nasıl yapılıyor?
Almanya, Danimarka ve Hollanda gibi Avrupa ülkelerinde "araştırma tabanlı üniversite eğitimi" uzun yıllardır uygulanıyor. Günümüz üniversitelerinin kuruluş prensibi, Wilhelm von Humboldt tarafından ileri sürülen bütüncül eğitim anlayışına, yani eğitim ve araştırmanın el ele gitmesine dayanıyor. Biz derslerimizde, kendi projelerimizden ve sanayideki üretim yöntemlerinden örnekler veriyoruz.
- Alman üniversitelerindeki öğrencilerin, işyerlerinde ne kadar staj yapmaları gerekiyor.
Staj süreleri üniversitelerin kendi programlarına göre değişiyor. Şirketlerin isteğine ve ihtiyacına göre 6 aydan 12 aya kadar staj süreleri olabiliyor. Staj yapan öğrenci şirketten bir miktar ücret alabiliyor. Şirketler de staj sonrasında işe alabileceği mezun adaylarını yakından tanıma fırsatı buluyor.
Staj konusunda, Danimarka'dan ilginç bir örnek, Kalundborg'da uygulamaya geçen Helix Laboratuvarı'dır. Bu küçük şehirde yüksek lisans öğrencilerine ücretsiz yurt imkânı veriliyor. Orada öğrenciler, Novo Nordisk, Novozymes ve Chr. Hansen gibi dünya lideri şirketlerde tez çalışmaları yapıyorlar.
- Almanya'da yüksek lisans ve doktora öğrencileri işyerlerinde staj yapabiliyor mu?
Evet, lisansüstü eğitim programlarında da staj imkânı var. Doktora öğrencileri de kısa (3-6 ay) ya da uzun süre (18 ay) sanayide çalışabiliyorlar. Bu aslında Almanya'ya özel bir durum değil. Danimarka, endüstri ortaklığı ile yürütülen doktora programlarını ilk uygulayan ülkedir. Avrupa Birliği, Danimarka'dan ilham alarak Marie Skłodowska-Curie Actions kapsamında Avrupa Endüstri Doktora programını başlatmıştır. Avrupa Birliği'nin programlarından bağımsız olarak, Almanya'da sanayi ve üniversite doktora projesini ortaklaşa finanse edebiliyor.
- Selin Hocam sorulara verdiğiniz cevaplar ve ayırdığınız zaman için çok teşekkürler. Türkiye'nin eğitim sistemi ve biyoteknoloji konularındaki son sözlerinizi alabilir miyiz?
Türkiye, öncelikle "tüketerek büyüme"' yerine "üreterek büyüme" modelini benimsemelidir. Üretime örnek olarak biyoteknoloji ürünlerini verebilirim. Bu amaçla, anaokulundan üniversiteye kadar, Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki gibi bilimsel bir eğitim tasarlanmalıdır. Eğitime, hele ki üniversitelere herhangi bir siyasi düşünce ile müdahale edilmemelidir. 2017 yılından sonra evrim kuramının lise müfredatından kaldırılması tam bir talihsizliktir. İran'da ilkokulda çocuklara evrim kuramı anlatılırken, bu kuramın yasaklandığı dünyadaki iki ülkenin Suudi Arabistan ve Türkiye olması bize yakışmıyor.
Türkiye'nin üniversitelerin ve üniversite öğrencilerinin sayısı gereğinden çok fazladır. Hangi bölgede hangi bölümün açılacağı devlet ve toplumdaki paydaşlar tarafından dikkatle belirlenmelidir. Unutulmamalıdır ki gereğinden fazla üniversite eğitim kalitesini düşürür ve kaynak israfına neden olur.
Son Söz: "Biyoteknoloji sektörü ve eğitimi Türkiye'nin stratejik yatırım alanlarından biri olmalıdır."
Enflasyonla mücadelede, bilinçli tüketim ve tasarruf yapmak konusunda hepimize düşen görevler olduğunu düşünüyorum. Gençlerimizi, canlarımızı, doğayı, gıda maddelerini ve özellikle de zamanı israf etmekten kaçınmalıyız
"Bab-ı Ali'de görev alan bürokratların büyük bir kısmının ciddi anlamda mal varlıkları olduğu, ölümlerinin ardından ortaya çıkan belgelerde (terekelerde) görülmüştür. Hatta benzer çalışmalara konu olan paşaların rüşvete bulaşmamış olması, normal ya da gerekli bir durum değil bir gurur kaynağı, yüksek ahlak olarak ifade edilmektedir"
"Cumhuriyetin ikinci yüzyılında, küresel patent yarışına katılabilmek için görsel düşünme becerisine sahip gençler yetiştirmeliyiz"
© Tüm hakları saklıdır.