15 Eylül 2019

Üniversitenin doğuşu

Üniversiteler kurulduklarından itibaren kentlerdeki iktidar odakları için tehlikeli olarak görülmüştür

Üniversiteler, Avrupa'da 13. yüzyılda her biri meslek örgütü olan loncalarla birlikte ortaya çıkmıştır. Ortaçağ kentlerinde esnaf ve zanaatkarlar meslek çıkarlarını korumak için örgütlenerek, bugünkü meslek odalarına benzeyen loncalar kurmuşlardır. Benzer şekilde entelektüeller de üniversite çatısı altında örgütlenmişlerdir. Üniversiteler kurulduklarından itibaren kentlerdeki iktidar odakları için tehlikeli olarak görülmüştür. Nitekim, sürekli bulundukları kentlerdeki iktidar odaklarıyla mücadele etmişlerdir.

Ortaçağda üniversiteler piskoposlar tarafından yönetiliyordu; çünkü bir iman sorunu olan bilginin öğretimi kilisenin bir işleviydi. O yüzden piskoposlar öğretimin denetimini görevleri olarak görüyordu. Fakat zamanla piskoposların üniversiteler üzerindeki gücü zayıflamıştır. 1213'te Paris'te diploma verme imtiyazı piskopostan üniversite hocalarına geçmiştir. 1229-1231'deki büyük grev sırasında üniversite piskoposun yargı yetkisinin dışına çıkmıştır. Sonunda, 1301'de piskopos üniversitenin yöneticisi olmaktan çıkmıştır.

Hükümdarlar da üniversitelere kendi otoritelerini dayatmaya çalışmaktaydılar. Çünkü üniversiteleri hem ülkeleri için zenginlik ve prestij sağlayan bir kaynak, hem de kendileri için memurlar yetiştiren bir ocak olarak görüyorlardı. Bazen üniversitelere el koymak amacıyla burjuva ile üniversite arasındaki kavgalara şiddetle müdahale ediyorlardı. Ama sonuç krallıkların istediği gibi olmuyordu.

Öğrenci hareketlerinin kökeni

Örneğin 1229'da Paris'te öğrencilerle burjuvaların arasındaki kavgaya kraliyet muhafızları çok sert bir şekilde müdahale etmiş ve kanlı olaylar yaşanmıştır. Muhafızlarla öğrenciler arasındaki çatışmalarda birçok öğrenci öldürülünce, üniversitenin büyük bölümü greve giderek Orléans'a çekilmiştir. İki yıl boyunca Paris'te hemen hiç ders yapılmamıştır. Bunun üzerine 1231'de üniversitenin özerklik talebi resmen kabul edilmiştir.

Paris'teki üniversite olayları Oxford'da da etkisini göstermiştir. Üniversitelilerle kral arasında 1232, 1238 ve 1240 yıllarında meydana gelen bir dizi çatışma III. Henry'yi dehşete düşürmüş ve talepleri kabul etmesiyle sonuçlanmıştır.

Üniversiteler uzun süre burjuvalarla mücadele etmiştir. Burjuvalar üniversitelerin kendi denetimleri dışında kalmasını istemiyorlardı; bazı öğrencilerin işledikleri suçlar, çıkardıkları kavgalar ve yaptıkları gürültüden rahatsız olmakta, hocaların ve öğrencilerin kiraları düşürerek, tahıl fiyatlarının taban ve tavan fiyatlarının yöneticiler tarafından saptanmasını dayatarak ve ticari işlemlerde adalet ölçülerine riayet edilmesini temin ederek piyasanın burjuvalardan yana olan düzenini bozmalarına karşıydılar.

Burjuvalar da üniversitenin işleyişine karışmaya yeltenmiş, ama üniversite mensuplarının başka kentlere sığınarak grev yapması sonucu burjuvalar üniversiteyle uzlaşmak zorunda kalmıştır.

Üniversiteler kentteki iktidar odaklarıyla kavgalarından hep galip çıkmıştır. Bunu öncelikle birbirlerine bağlılıkları, amaçlarındaki tutarlılıkları ve kararlılıkları sayesinde başarmışlardır. Ayrıca grev ve kenti terk etmek gibi kullandıkları silahlar caydırıcı olmuştur. Çünkü yerel yönetim ve kilise, üniversitelerin varlığından çokça fayda sağlamaktaydılar. Üniversiteler asla ihmal edilemeyecek bir müşteri kitlesi, danışman ve memur yetiştiren bir okul ve parlak bir prestij kaynağı olarak kentler için çok önemliydi. Bu yüzden onların grevleri ve kenti terk etme tehditleri çok etkili oluyordu. Üniversitenin gücü üç temel ayrıcalığa dayanıyordu: Hukuki özerklik, grev ve kentten ayrılma hakkı, üniversite unvanlarını verme tekeli.

Üniversitenin kiliseyle ittifakı

Fakat üniversitelerin yerel iktidar odaklarına direnmelerini sağlayan en önemli neden, üniversitelerin papalıkla kurdukları ittifaktır. Papalık elbette bilimsel faaliyetlerin önem ve değerini kabul ediyordu, ama üniversitelere verdiği destek karşılıksız değildi. Papalığın üniversiteleri desteklemesinin nedeni, onları kilisenin yargı yetisine tabi kılarak laikleşmelerini engellemekti. Böylece, hocalar kendilerinin yerel iktidar odaklarına direnebilmelerini sağlayacak güçlü bir destek karşılığında, laikliğe giden yolu kapatacak şekilde kiliseye bağlı olmayı tercih etmek zorunda kalmışlardır. Papa üniversiteyi kralların ve piskoposların denetiminden kurtardıysa, bunun nedeni onları papalık makamına tabi kılmak, kendi siyasetiyle bütünleştirmek, üniversitelere kendi amaçlarını ve denetimini dayatmaktır.

Böylece üniversite hocaları kendilerini uysallaştırmak için destekleyen papalığa bağlı bir kurum haline geldi. Hocalar kuşkusuz bu sayede, çok daha zorba olan yerel iktidarlara karşı bağımsızlıklarını kazanmıştır, ama bunun bedelini ağır ödemişlerdir. Üniversite hocaları, papalığın memurları haline gelmişlerdir.

Üniversite, artık papalığa bağlı bir loncadır. Üyelerinin hepsinin ruhban hiyerarşisi içinde yer almamasına, hatta aralarında laiklerin sayılarının çok olmasına rağmen, üniversite hocaları ruhbandan sayılmış, kilise yargısına, hatta daha ötesinde, papalığın yargı yetkisine tabi olmuşlardır. Üniversite laikliğe yönelik bir hareket olarak doğmasına rağmen, kiliseye tabi kılınmıştır.

Üniversiteler, hoca ve öğrencilerinin milliyetleri, faaliyet alanı ve hocalarının her yerde ders verebilme yetkisiyle uluslararası bir niteliğe sahiptir. Faaliyet alanı olarak bütün Hıristiyan alemini belirlemiştir. Bu kozmopolit yapısından dolayı ve özerkliğini koruma saikiyle, kentlilerle ekonomik olduğu kadar, hukuksal ve siyasal düzlemlerde zıtlaşmıştır. Böylece kentteki herkese fesat yuvası olarak görünmüştür.

Üniversitenin kuralları

Üniversiteye çok genç yaşta girilebiliyordu. Ortaçağda okulların sınıfları çok iyi ayrılmamıştır: Ortaçağ üniversiteleri yalnızca yükseköğretim kurumları değildir. Bugünkü ilk ve ortaöğretime benzer bir eğitim-öğretim de orada kısmen veriliyordu. Üniversitelerdeki kolej sistemi sekiz yaşından itibaren öğrenci kabul etmeye imkan veriyordu.

Üniversiteye öğrenci kabulü bir arınma töreni gibiydi. Bu törenin amacı öğrenci adayını köylülükten kurtarmaktı. Pis kokusuyla ve utangaç haliyle alay edilirdi. Sonra yıkanır ve dişleri ovulurdu. En son günahları itiraf ettirilirdi. Böylece üniversite öğrencisi, o dönemin hiciv edebiyatındaki köylü ve kaba saba adam imgelerine fazlasıyla benzeyen kökenini terk etmekteydi. Bu tören köylülükten kentliliğe geçişi sağlıyordu.

Ortaçağda üniversite dört fakülteden oluşuyordu: sanatlar, tıp, şeriat ve ilahiyat. Üniversitelerdeki temel eğitim, yani sanatlar eğitimi ortalama 6 yıl sürüyordu ve buraya 14-20 yaşları arasında devam ediliyordu. Tıp ve hukuk bundan sonra, 20-25 yaşları arasında öğrenilmekteydi. Paris Tıp Fakültesi'nin tüzüğü, tıpta lisans veya doktora elde edilebilmesi için, sanat ustalığı elde edildikten sonra 6 yıllık bir eğitimin gerektiğini hükme bağlıyordu. Nihayet ilahiyat daha uzun soluklu bir işti. İlahiyatçıların eğitim süresi 15-16 yıl sürebilmekteydi. 8 yıllık bir eğitim ile doktora derecesini elde edebilmek için en az 35 yaş hükmü getirilmişti.

Sınavlar iki aşamada yapılıyordu: özel sınav ve kamu sınavı. Özel sınavdan önce aday rektöre sunulduktan sonra danışmanı onun belirlenen koşulları yerine getirdiğine ve sınava girecek kapasitede olduğuna dair güvence veriyordu. Aday, sınav sabahı Ruh-ül'kudüs ayinine katıldıktan sonra, jüri önüne çıkıyor ve içlerinden biri ona yorumlaması için iki pasaj veriyordu. Öğrenci hazırlık için evine çekiliyor ve yorumunu akşama, halka açık bir yerde, çoğu zaman katedralde doktoralıların oluşturduğu bir jüriye sunuyordu. Yapılan yorumdan sonra, hocaların sorularına cevap veriliyordu. Jüri daha sonra kendi arasında toplanıp, oy veriyordu.

Sınavda başarılı olan öğrenci lisans mezunu oluyor, ama doktora sahibi unvanını henüz alamıyordu; bu unvanı ve hocalık yapma hakkını ancak kamu sınavından sonra kazanabiliyordu. Lisans mezunu o gün katedrale gösterişli bir alayla götürülüyor, orada bir söylev verip hukukun herhangi bir alanı konusundaki tezini okuyor, daha sonra bunu, ona karşı çıkan öğrencilere karşı savunuyordu; böylece ilk kez bir üniversite ortamında hoca rolünü oynuyordu. Bundan sonra ona resmen öğretim yapabilme belgesi veriliyor ve ona görevinin alametleri teslim ediliyordu: bir kürsü, açık bir kitap, altın bir yüzük, bir külah veya bere.

Emekçi hoca

13. yüzyılda üniversite hocaları maddi düzlemde bir seçim yapmakla karşı karşıya kalmışlardır. Bu seçim, geçimin nasıl karşılanacağı ile ilgilidir. Hocanın artık toplum tarafından geçimi sağlanan bir keşiş olmaktan çıktığı andan itibaren, geçimini kendisi karşılaması gerekmektedir. Kentlerde gıda, konut, giyim ve kırtasiye masrafları çok pahalıdır ve üniversitede öğrencilik yılları uzadıkça maliyeti artmaktadır.

Bu sorunun iki çözümü vardır: Hoca için ücret veya kar elde etmek, öğrenci için burs veya yatak ve yemek veren bir yer sağlanması. Hoca ücretini ya öğrencilerinden ya da iktidardan alacaktır. Burs ise zengin bir haminin veya bir kamu kuruluşunun ya da siyasal iktidarı temsil edenlerden birinin bağışıyla verilebilir.

Hocalar ücretle kar arasında kalmıştır. Ücreti tercih ederse hoca bir emekçi veya bir üretici haline gelmektedir. Karı tercih ederse mesleği sayesinde geçinen biri değil de, bu işi rantiye olduğu için yapan biri haline gelmektedir.

Ücret aldığı takdirde ödemeyi ya öğrenciler yapacaktır ya yerel burjuva veya yönetici yapacaktır ya da cömert bir zengin kişi yapacaktır. Hocaların eğilimi öğrencilerin ödedikleri paralarla geçinmektir. Bu çözümde, iktidar odakları (burjuva, hükümdar, kilise) karşısında özgür olma imkanı vardır. Bu çözüm onlara en doğru olan gibi gelmektedir, çünkü üyesi oldukları kentsel hayatın alışkanlıklarına en uygun olanı budur. Tıpkı zanaatkarların ürünlerini satmaları gibi bilgilerini ve öğretim hizmetlerini satacaklardır.

Zengin hoca

Fakat bu durum 14. ve 15. yüzyıllarda oldukça abartılır. Hocalar kilisenin engel olmaya çalışmasına rağmen artan bir iştahla öğrencilerden ücret talep ederler. Öğrenimleri ücretsiz olan yoksul öğrencilerin kontenjanı yasalara koyulan hükümlerle düşürülür. Öyle ki bazı yerlerde 15. yüzyılın başında, fakülte başına yalnızca bir fakir öğrenci kalmıştır. Artık öğrencilerden yalnızca bir sponsorun desteğine sığınanlar veya zor bir hayata razı olanlar üniversitede okuyabileceklerdir.

Üniversite hocaları o kadar zenginleşir ki aristokratlara ya da burjuvalara özgü gelirlerle geçinmeye başlamışlardır. Hocalar gayrimenkule yatırım yaparak zengin mülk sahipleri haline gelmişlerdir. Hatta bazıları tefecilik yapmaktadır. Özellikle muhtaç öğrencilere, faiz karşılığı borç vermekte ve borcun güvencesi olarak kitaplarını rehin almaktadırlar.

Üniversite hocaları bir tür aristokrasi haline gelebilmek için soylulara özgü bir yaşam tarzına özenmeye başlamışlardır. Kıyafetlerini ve görevlerine ilişkin unvanları soyluluk simgeleri haline getirmişlerdir. Altın yüzük, serpuş veya bere giderek görev alametlerinden çok prestij amblemleri haline gelmiştir. Uzun bir cübbe, kürk külah, çoğu zaman samurdan bir yakalık ve hepsinin üstüne, ortaçağda toplumsal mertebe ve güç simgesi olan uzun eldivenler giymektedirler. Bilim mülk ve servet, güç aracı haline gelmiştir, artık çıkar gütmeden peşinde koşulan bir amaç olmaktan çıkmıştır.

Ücretsiz eğitim

Öğrencilere gelince, öncelikle masraflarının aileleri veya hayırsever biri tarafından karşılanmasını tercih etmektedirler. Kilise ve özel olarak papalık bu meseleye el koyar ve öğretimin bedava olması ilkesini savunur. Bunun gerekçesi bilginin Tanrının armağanı olduğu ve dolayısıyla satılamayacağı, öğretimin rahibin görevinin ayrılmaz bir parçası olduğu inancına dayanmaktadır. Papalık eğitimin ücretsiz olacağına dair ferman çıkartmıştır.

Papalık ve kilise stratejik bir hayırseverlikle üniversiteleri kendisine tabi kıldıysa da oralara tamamen nüfuz edememiştir. Üniversitelerin laikleşme yolundaki hareketini sadece yavaşlatmışlardır. Ama üniversiteler her zaman laikliğin merkezi olmuştur. Ortaçağda hocaların ve öğrencilerin çoğu laiktir. Kiliseden maaş almaları ve onların ruhban statüsünde olmaları laikliğe giden yolda ilerlemelerine engel olmamıştır. Ancak din üniversitenin semboller düzeninde ve törenlerinde izini bırakmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

Plastik mutlak

Varoluşçuluk bakımından insanın kendini gerçekleştirebileceği en mümkün alanlardan biri sanattır. Varoluşçuluk için insanın kendini tasarlaması ve özgürleşmesi en iyi sanatla sağlanabilir. Çünkü sanatçı bir yandan varlığını tasarlarken diğer yandan kendini keşfeder, kendinin bilincine varır

Distopyadır bu yolda her ütopya

Yabancı yatırımcılar için cazibe merkezi oluşturmak için tasarlanan ve inşa edilen mega projeler, ne beklenen ekonomik geliri sağlamakta ne de toplumsal fayda sağlamaktadır

Böyle söyledi Nietzsche

Nietzsche'nin Yunan tragedyalarında karşılaştığı iki tanrı, Apollon ve Dionysos insanın iki ayrı yönünü temsil eder. Apollon, düzen, denge, uyum tanrısı olarak akılsal olanın kurucusudur. Dionysos ise coşkunluk ve sarhoşluk tanrısı olarak eğlence, zevk, çılgınlık ve taşkınlığı temsil eder