Geçen Cuma, Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde iki camiye terör saldırısı yapıldı ve saldırılar sonucu 49 kişi öldü ve 40 kişi yaralandı. Ölenlere Allah’tan rahmet, yaralılara şifa, ölenlerin yakınlarına ve olayın acısını samimiyetle kalbinde hissedenlere sabır dilerim!..
Terör, dünyada mutlak kötülüğün sembolü ve ifadesi. Terör, asla hangi gerekçeyle olursa olsun bir araç olarak meşru gösterilemez ve görülemez. Terör, modern zamanların kötü icatlarından birisidir. Pornografide cinselliğin ticari bir gerekçeyle insanları tahrik etmek üzere abartılı bir gösteriye dönüştürülmesi gibi, terör de cinayetin ideolojik gerekçeyle insanlarda korku uyandırmak üzere medyatik bir gösteriye dönüştürülmesidir. Diğer taraftan, insanlar bazen pornografiyi sanatsal bir kisveye büründürerek olumlayabildiği gibi terörü de ideolojik gerekçelerle olumlayabilir. Teröre karşı genelde insanlar ikircikli bir tavır gösterir, aynı eylem bazıları için lanetlenecek bir olayken, bazıları için pek açıkça dile getirilemese de kabul edilebilir bir olaydır. Dolayısıyla terör, insanlığımızın ve ahlaki bir özne olarak tutarlılığımızın da sınandığı bir olaydır.
Alain Badiou’nun dediği gibi, “Kötünün altında yatan asıl soru şudur: İyi nedir?” Badiou, iyiyi “hakikatler” olarak adlandırıyor. Hakikat, bir karşılaşma sonucunda, bir eylem veya bir icat sonucunda meydana gelen dönüşümle başlayıp, dönüşümün neden olduğu değişime uyum göstermekle gelişen bir süreçtir. Badiou’ya göre, hakikat evrende öngörülemeyen bir şey olarak ortaya çıkar ve herkesi, sadece ve öncelikle insan olmaktan dolayı sorumlu tutar. Bu yüzden Badiou’ya göre, bir hakikatin “militanı” olmak gerekir. İşte kötülük tam da bu koşulda, bencilliğin insanı bir hakikatten vazgeçmeye götürdüğü yerde ortaya çıkar.
Bir terör eylemi, etik bir buyruk gereği olarak savunduğumuz şiddetin kötülüğüne dair düşüncelere ne kadar bağlı olduğumuzu açığa çıkarır. Bir terör eylemi bizi bir tavır almaya çağırır, bizi dönüştürecek bir tavırdır bu ve dönüşümün sonucunda hakikatimizle yüzleşiriz.
Yeni Zelanda’daki terör eylemi haberi geldikten sonra çevremdeki insanlarda genellikle hemen bir şaşırma, şaşırmaya eşlik eden üzüntü ve sonrasında nefret duygularının oluştuğunu gördüm. Ama üzüntü, insan türüne ait bir duyarlıktan değil, dinsel kimliğe dair bir duyarlıktan geliyordu. Nefret de başkasının kötülüğüne dair yargının doğrulanması isteğinden geliyordu. Yani aslında terör, gerçekte bir acı, acıma, üzüntü ve insani bir dayanışma değil, sadece bir kimliğin yeniden üretilmesi için gerekli olan süreçleri işletiyordu. Bizin mağdurluğu ve başkasının kötülüğü üzerinden kurulan bir kimlik. Böylece ve kaçınılmaz olarak acı ve üzüntü malzeme yapılarak kin ve nefret üretiliyor.
Hakikatin militanlığını yapmak lazım!
Badiou’nun belirttiği gibi, bugün içinde bulunduğumuz kriz şu, ki insanlık savunucuları, yalanın militanlığını yapan kimlik savunucuları kadar cesaretle hakikatin militanlığını yapamıyor. Hakikatin militanlığı, kendini ötekileştirmekle, azınlıklaştırmakla, marjinalleştirmekle olur ve bu cesaret işidir. Ama bu cesaret ne dayanışmayla ne de korkusuzlukla olur; sadece hakikate militanca bir bağlılık ve onu savunmanın sonuçlarına tevekkül etmekle olur. İnsanlık tarihinin asıl kahramanları, korkusuz savaşçılar değil, Sokrates gibi erdemliler olmuştur. Bir insanı erdemli kılan şeyler, ne kategorik bir buyruk halindeki ahlak yasalarına sadakat ne de sevgidir; hakikate olan sadakat ve bu sadakatin sonuçlarına katlanmaktır.
Bu bağlamda kötülük şöyle tanımlanabilir: topluluğa ait veya bireysel çıkarların baskısıyla bir hakikatin susturulmasıdır. Sartre’ın dediği gibi, “bir kişi olmadığı şeydir”. Yani iyi biri olduğunuzu zannedebilir ve iddia edebilirsiniz, ama hakikatle öyle bir yerde karşılaşırsınız ki bir anda kendinizi bir suçlu olarak bulabilirsiniz. Başkasıyla karşılaşma olasılığının ve olanağının olmadığı yerde hoşgörülü ve farklılıklara saygılı biri olduğunuzu zannedebilir ve iddia edebilirsiniz.
Ama günün birinde ve özellikle yurdunuzda başkasıyla karşılaştığınız ilk anda başkalarına karşı nefretle bakarken ve farklılıklara tahammülsüz bir şekilde bulabilirsiniz kendinizi. O zamana kadar hoşgörü, misafirperverlik gibi erdemli olmanın sıfatları sayılan tavırların, aslında egemenlik türleri olduğu açığa çıkar.
Başkalarının acısı karşısında feryat etmek
Diğer taraftan birisinin acısına acımanın şiddete, üzülmenin nefrete, kötülük karşısındaki öfkenin saldırganlığa dönüştüğü haller vardır. Kendinin ve başkasının acıları arasında ayrım yapıldığında başlar böyle bir dönüşüm. Örneğin, sosyal medyadaki paylaşımlarda hemen Yeni Zelanda’daki terör eylemine karşı üzüntü ve öfkenin böyle bir dönüşüme uğradığını gördük.
Samimi bir insani duyarlığın ve gerçek erdemin ölçütünü şöyle belirlemek daha doğru olur: başkalarının acısı karşısında feryat etmek ve eyleme geçmek, kendi acısı karşısında susmak ve vakur durmak. O zaman acılar insanlığın ortak tepki göstermesine vesile olabilir; o zaman olgunlaşmış bir insanlık kendini ifade edebilir.
Daha geçen hafta, Suriye’de IŞİD teröristleri tarafından 50 Ezidi kadının tecavüz edildikten sonra başları kesilerek gömüldüğü bir toplu mezarın bulunduğu haberi geldi. Bu olay, daha bunun gibi nice katliamdan biri ve birçoğu haber olarak gündeme gelmiyor bile. Samimi olarak kendi kendinize sorun, ne kadar üzüntü verici geliyor size bu haberler?
Hatta şunu da sorabilirsiniz. Başkasının acısı değil, politik önemi olmayan kendinin ölümü ne kadar acı veriyor? Daha beş gün önce Suudi savaş uçaklarının Yemen’de bir köyü bombalamasıyla 22 kadın ve çocuğun öldüğü haberinin acısını bir yana bırakalım, bilgisini duyuyor muyuz? Bu da 2014’ten beri Yemen’de yaşanan katliamlardan biri sadece. Ve daha vahimi, diplomatik ilişkilerde stratejik tercihler ve siyasal çıkarlar değişene kadar “sükût suikasti” yapılan bir halk Yemen halkı.
İyilik içimizde değil, dışımızdadır
O zaman teröre karşı insanlık olarak ortak ve etkin bir mücadele için olması gereken ilkesel tavır, ayrım yapmadan ve öncelikle başkalarının acısı için üzülmektir.
Ama şu hakikatle de yüzleşmek lazım; diğer etik kurallar gibi, başkasının acısına üzülmek, Levinas’ın dediği “başkasına karşı sorumluluk” doğal değil, kültürel, yani öğrenilen bir kuraldır. İyilik içimizde değil, dışımızdadır. Başka deyişle, iyilik kendiliğinden verili değildir; başkası dolayımıyla öğrenilir.
Dolayısıyla kötülüğün yok edilebilir ve iyiliğin üretilebilir olması için toplumların doğal durumdan çıkıp medeni duruma geçmesi gerekir. Çünkü doğal durum, herkesin kendi gibilerle baskıcı bir dayanışma aracılığıyla bir arada olduğu bir durumdur; oysa medeni durum, başkalarıyla özgürleştirici bir iletişim aracılığıyla bir arada olduğu bir durumdur.