Bir süredir dövizdeki artışa ya da TL’deki düşüşe bağlı olarak artan enflasyonla yöneticiler mücadele ederken, bazen rasyonel çözüm yerine fantastik çözüm arayışına girebiliyor. Bir sorun üzerine çözümlemeniz eğer bilimsel değil, komplocu olursa, bulunan çözümler de fantastik olur zaten…
Gıdada önlenemeyen enflasyonun nedenini de, tarımı ve hayvancılığı bitiren yanlış politikalarda, toprağı verimsizleştiren çevre tahribatlarında, kuraklığa neden olan iklim değişimlerinde ve artan nüfusla bozulan arz-talep dengesinde aramak yerine hükümeti zor duruma sokmak için sinsi planlar yapan dışarıdaki düşmanlar ve onların içerideki işbirlikçileri olan fırsatçı spekülatörlerin stok yapmalarına ve fiyatları artırmalarına bağlayan yöneticiler, fiyatları düşürmek için “tanzim satış” denen bir uygulamaya başladılar.
Ankara ve İstanbul’daki ilçelerin meydanlarında belediyeler ve Tarım Kredi Kooperatifleri’nin işbirliğiyle seyyar araba ve çadırlarda tanzim satış merkezleri kuruldu. Buralarda market ve pazarlardan daha ucuza meyve ve sebze satışı yapılıyor. Amaç, tanzim satış aracılığıyla piyasaya nizam vermek. İlk anda piyasada fiyatları düşürücü bir etkisi olmuş gibi görünse de böyle bir uygulamanın birçok sorunlu yanı var.
Birincisi, kalıcı bir çözüm üretmekten uzak; çünkü Türkiye toplumu gibi büyük bir nüfusun pahalı gıda sorunu öyle iki büyük ildeki onlarca tanzim satış merkezinde satılan birkaç kilo sebze ile çözülemez.
İkincisi sürdürülebilir değil, çünkü sorun asıl olarak spekülatör ve stokçuların ürün fiyatlarına müdahalesinden kaynaklanmıyor. Bilakis, ürünlerin üretilmesindeki maliyet artışından kaynaklanıyor. Dolayısıyla ürünün maliyetini düşürmeden fiyatını düşürmek gerçekte mümkün değil. Sadece kısa süreli bir ucuzlama olabilir ama ardından gelecek zamların önü alınamaz.
Çözüm zararına satış değil, üreticiyi desteklemek
Eğer gerçekten gıda fiyatlarını düşürmek için sürdürülebilir bir mücadele yapılmak isteniyorsa atılacak adımlar tarım ve hayvancılıkla ilgili politikalarda olmalıdır. Tarım Kredi Kooperatifleri zararına satış yerine üreticiyi desteklemelidir. Şu bir gerçek ki tarım ve hayvancılık, maliyeti yüksek bir iştir ve birçok gelişmiş ülkede devlet tarafından sübvansiyonla desteklenmektedir. Türkiye’de de tarım ve hayvancılık devlet tarafından üretimle ilgili sübvansiyonlar yapılarak ancak gıda fiyatları düşürülebilir.
Ayrıca, tanzim satışlar aracılığıyla gıda fiyatlarını ucuzlatmaya çalışırken hükümet bir yandan kendisiyle ilgili olumsuz bir imaj üretiyor ve karşı bir seçim kampanyasına malzeme veriyor. Geçmiş hükümetlere dair, “eskiden kuyruklar vardı” şeklinde ekonomik başarısızlık söylemi hakikatini yitiriyor. 21. yüzyılda ve küreselleşen dünyada gelişmiş yirmi ülkeden biri olan Türkiye’de insanların neredeyse karneyle gıda kuyruklarına girdikleri bir yoksul ülke imajı veriliyor.
Ne için? Toplumun yarısı, yaşanan krizin yapay olduğuna, bir komplonun ürünü olduğuna inansınlar ve hükümete olan güvenleri sarsılmasın, desteklemeye devam etsin diye.
Nitekim popüler algı üzerinde popülist uygulamalar ve söylemler etkili oluyor. Muhalif siyasal söylem sadece zaten AKP’yi desteklemeyen ve muhalif olmasa da eleştirel bakabilen insanlar için bir önem taşıyor. Bütün olumsuzluklara rağmen toplumun yarısı ya da yarıya yakını hükümeti desteklemeyi sürdürüyor. Ne olursa olsun onu eleştirmekten imtina ediyor.
Siyaset dinselleşirken, din maddileşti
Toplumun bir kesiminde, yani hükümet partisini destekleyen grupta kısmen siyasal angajmanın neredeyse dinsel itikada dönüştüğü söylenebilir. O yüzden modern bir toplumda olması beklendiği gibi, bir hükümet partisini yıpratabilecek şeyler, AKP için aynı etkiyi yapmıyor. Türkiye’de sosyoloji bu durumu açıklamada yetersiz hale geliyor.
Belki sanat sosyolojisinin kuramlarıyla konuya bakmak bize farklı açılımlar sağlayabilir. Walter Benjamin’e göre gelişen tekniğin imkanlarıyla çoğaltılabilir hale gelen sanat yapıtının halesi ve biricikliği kaybolmuştur. Böylece sanat, dini olanla bağını koparmış ve politik bir işleve bürünmüştür. Bu bağlamda gelişen ideolojik aygıtlar ve propaganda tekniğinin imkanlarıyla, daha kolay ikna edilebilir ve özneleştirilebilir (tabi kılınabilir) hale gelen toplumun özerkliği ve siyasallığı kaybolmuştur. Böylece siyasetin de toplumsal olanla bağı kopmuş ve siyaset dinsel bir işleve bürünmüştür. Zira dinsel olan da kutsalla ve maneviyatla ilişkili olmaktan çıkmış ve ekonomik ve maddi olanla daha çok ilişkili hale gelmiştir.
Bu durumda siyasal olan dinsel olanı ikame etmeye başlamış ve siyasal söylem daha çok dinsel terimlerle ifade edilir olmuştur. Nietzsche’nin deyişiyle “Tanrının ölümü” sonrası ortaya çıkan boşluk “kahraman” tarafından doldurulmuş, bu da kişi kültünü üretmiştir. Bunun sonucunda da “siyasa” dogmaya, parti kilise ya da tarikata, oy vermek ritüele dönüşmüştür.
İçinde bulunduğumuz toplumsal dönüşüm süreci gösteriyor ki her sekülerleşme biçimi demokrasinin gelişmesi ve açık toplumun oluşmasına yol açmayabilir. Bazı toplumlarda sekülerleşme dinsel olanın kutsallığını yitirmesi, buna karşılık siyasal olanın kutsallaşması şeklinde olabilir.
Nitekim Osmanlı’dan bu yana süregelen “din u devlet” tasavvurunun modern zamanlarda romantik milliyetçiliğin katkılarıyla güçlenmesi, “din u siyaset”i, yani sekülerliğin dinle siyasetin iç içe girmesi şeklinde tezahürünü ve böylece “siyasal ilahiyat”ı üretmiştir.