Orta çağ, genellikle geriliğin, karanlığın, cehaletin, bağnazlığın, acımasızlığın vs. egemen olduğu bir dönem olarak kabul edilir. Fakat modern tarihçiliğin çalışmalarıyla, özellikle Annales Okulu’nunkilerle, bu kanının pek de doğru olmadığını, orta çağda kapalı bir dünya varsa da, ayrıca açık bir dünyanın da olduğunu biliyoruz. Annales Okulu’nun temsilcilerinden XII. ve XIII. yüzyıl dönemleri uzmanı tarihçi Jacques Le Goff, orta çağa bakışımızı değiştirmeyi öneren önemli kitaplar yazmıştır. Örneğin modern bir kahraman olarak bildiğimiz entelektüelin, aslında orta çağ kentlerinin ortaya çıkmasıyla doğmuş bir kentli kahraman olduğunu bize orta çağda Entelektüeller (İş Bankası Yayınları) adlı kitabında anlatır.
Le Goff, modernliğe ait birçok değer ve kurumun kökeninin orta çağda olduğunu bize birçok kitabında gösterir (Avrupa’nın Doğuşu, orta çağ Batı Uygarlığı). Entelektüel ve üniversite de orta çağda, XII. ve XIII. yüzyıllarda doğmuştur. Üstelik burada, Edward Said’in tanımını yaptığı gibi modern bir kahraman olarak entelektüelden bahsediyoruz; öyle sadece bilgili bir insandan değil. Nitekim entelektüel olmak için bilgili olmak gerekli bir koşuldur, ama yeterli değildir. Entelektüel olmak için, bir yandan kişinin çeşitli yollarla bilgisini aktarmasının karşılığında geçimini sağlayabilmesi ve diğer yandan, düşüncesini çekinmeden ve bedelini ödemeye razı olarak açıklaması gerekir.
Dolayısıyla entelektüel, iktidarın veya sermayenin himayesinde, onların hizmetçileriyle aynı statüde olan bir kimse değildir. Entelektüelin hizmeti, bilgi üretme ve öğretme ya da aktarma işi, ayrıcalıklı belli bir zümre ile sınırlı değildir; bilakis toplumsaldır. Bu özelliği ile entelektüel orta çağa doğmuştur. Bu çağda ortaya çıkan kentli bir tip olarak entelektüel, düşünmeyi ve düşüncelerini öğretmeyi meslek edinmiş bir kimsedir. Orta çağ kentlerinin ortaya çıkmasına neden olan ticaret ve zanaat sektörlerinin belirlediği iş bölümüne dayalı toplumsal örgütlenme içinde entelektüel de bir meslek erbabı olarak yerini almıştır.
Orta çağın geç döneminden önce uzmanlaşma henüz yoktu, meslekler oluşmamıştı. Herkes her şeydi. Hem köylü hem zanaatkar, hem asker hem yönetici, hem ruhban hem yargıç ve bunların hepsi birden olunabilirdi. Zihinsel emek zaten ayırt edilmemişti: Keşişler, manastır hayatının gereklerine göre hoca, alim, yazar kimliklerine bürünebilirdi.
Elbette ki kentler her zaman var olmuştur. Fakat XII. yüzyıla kadar kent denen yer, surlarının içinde askeri, yönetsel veya dinsel bir önderin etrafında toplanmış yalnızca bir avuç insan barındırmıştır. Ekonomik hayat, temel düzeyde gündelik ihtiyaçlara yönelik küçük bir yerel pazarda geçmektedir.
Bu dönemin entelektüel hayatı gösterişçi bir seçkin faaliyetinden ibarettir. Yazma eserler birer lüks nesnedir. Bunların çok özenli güzel bir yazıyla yazılmış olmaları, aslında kitap talebinin düşük olduğu bir “cahiliye dönemi”nin belirtisidir. Zira bu kitaplar okunmak için değildir; birer prestij sembolüdür. Nitekim, kitaplara değerli sofra takımlarından daha farklı bir gözle bakılmamaktadır.
Manastırlarda hattatlık yapan keşişler, İslam dünyasındaki medreselerde Kuran ezberleyen talebeler gibi, elle yazarak kopyaladıkları kitapların içerikleriyle, pek ilgilenmemektedirler. Onlar için aslolan, yazıya gösterilen özen, harcanan zaman ve verilen emektir. Bu onlar için bir sevap kazanma aracıdır. Keşişler yazdıkları harf sayısınca sevap biriktirerek ahiret için yatırım yapmakla ilgilenmektedir. Bu dönem Hıristiyanları için bilgi bir sermaye değil, hazinedir; o yüzden onu özenle saklamak gerekmektedir. Böylece bilim gelişmemiş, bilgi bir zümrenin arasındaki sır olarak kalmıştır.
XII. yüzyılda manastırlarda çoğaltılmış olan yazma kitaplar, dolaşıma sokulur ve bazı kent okullarının kütüphanesine taşınarak kamuya açık hale getirilir. XII. yüzyılda bilgi dolaşıma girip paylaşılmaya ve böylece yeni bir kent kültürü oluşmaya başlar. Kentler, malların olduğu gibi fikirlerin de dolaşımlarının kavşak noktaları, mübadele yerleri, entelektüel alışverişin pazarları ve buluşma yerleri haline gelir. Avrupa’nın henüz yalnızca hammadde ihraç edebildiği XII. yüzyılda nadir ürünler, değerli şeyler Doğu’dan, Bizans’tan, Şam’dan, Bağdat’tan, Kurtuba’dan gelmektedir. Baharatla birlikte, elyazmaları Hıristiyan dünyaya Yunan-Arap kültürünü getirmektedir. Doğu elyazmalarını iki başlıca temas alanı kabul etmektedir: İtalya ve ondan da önemlisi İspanya.
Rönesans’ın hazırlayıcısı olan orta çağ aydınlanmasını çeviri hareketi sağlamıştır. Avrupa Yunancayı anlamamaktadır. Bilim dili Latincedir. Özgün Arapça eserler, Yunanca eserlerin Arapça çevirileri ve özgün Yunanca eserler ya tek başlarına çevirmenler ya da daha sıklıkla çevirmen ekipleri tarafından çevrilir. Avrupa Hıristiyanları başlattıkları çeviri hareketinde, İslam egemenliği altında yaşamış olan İspanyol Hıristiyanlardan, Yahudilerden ve hatta Müslümanlardan bile yardım almışlardır. Çünkü çevirilerin aslına tam uygun ve kusursuz olmasına çok önem veriliyordu. İlk çevirmen ekiplerinden biri Kuran çevirisi için kurulmuştur. Ama çevirmenleri İslam’dan daha çok Yunan ve Arap bilimsel eserleri ilgilendiriyordu.
Doğu bilgi birikiminin Hıristiyan kültürüne dahil edildiği bir diğer merkez Fransa’dır. Paris ve onun yakınındaki Chartres bu bakımdan öne çıkan kentlerdir. Paris, öncelikle tarikat manastırları ve ilahiyat okullarıyla Hıristiyan Avrupa’da ün yapmıştır. Kısa bir süre sonra ise bu ününü Hıristiyan felsefesinde Aristotelesçiliğin gelişmesine katkısıyla sürdürmüştür.
Daha orta çağda Paris, bir yüzüyle entelektüel bir başkent, diğer yüzüyle sefahatin yuvasıdır. Paris’te XII. yüzyılda gezgin öğrencilerden oluşan Goliardlar adlı bir grup ortaya çıkar. Bunlar genellikle serseri ve ahlaksız kimseler olarak görülmektedir. Çünkü onlar yerleşik toplum düzenine yönelik eleştirilerin geliştiği bir ortam oluşturmaktaydılar. Goliardlar, feodal yapıyı bozmaya başlayan pazar ekonomisi ve kentleşmenin ürünüdür. Goliardlar yersizyurtsuzdur; dilencilik yaparak ya da zenginlere yamanarak geçinen fakir öğrencilerdir.
Hiçbir sabit mekanları, gelirleri, mülkleri olmayan bu fakir öğrenciler, methini duydukları hocalardan ders almak üzere entelektüel bir maceraya çıkmakta, bilginin peşinde kentten kente gezmekteydiler. Bu kişiler öğrenimi savaşa tercih etmişlerdi. Oysa onların kardeşleri Haçlı seferlerine çıkan ordulara katılmakta ve yol boyunca yağma etmekteydiler; daha sonra İstanbul’u da yağmalamışlardır.
Goliardlar, kumara, şaraba ve kadınlara düşkündürler. Kilise’nin öğretilerini ve genel ahlakı reddeden Goliardlar, hovardalığın yanında zihinsel bir özgürlüğün de peşindeydiler. Her tür hiyerarşik toplumsal düzene karşı olup, anarşist bir ruha sahiptiler. Feodalizmin temeli olan kırsal dünyayı küçümsemekte ve kaba köylüden nefret etmekteydiler. Goliardlar, özgürleşme arzusuyla yanıp tutuşan bir kuşağın en ateşli temsilcileridir. Fakat XIII. yüzyılda tarihten silinmişlerdir, çünkü kurulmakta olan üniversitelerin disiplinli ortamında uygun yaşam koşulu bulamamışlardır.
XII. yüzyılda evlilik karşıtı bir akım da ortaya çıkmıştır. Tensel veya zihinsel aşkın ancak evlilik dışında var olabileceği anlayışı saray çevresinden okul çevresine doğru yayılmıştır. Goliardlar, tensel zevk hakkını talep eden bu harekete öncülük etmiştir. Kadın, erkeğin mülkü veya üreme makinesi olarak görülmemekte ve özgürleşerek erkeğin yanında yer alması savunulmaktadır. Bir eşle ilgilenmek, evle ilgilenmek, çocuklarla ilgilenmek, dikiş nakışla ilgilenmek felsefeye ve derin düşünmeye engel olacağı için evlilik düşüncesinden vazgeçilmesi önerilmektedir. Zira geçim derdiyle ve gündelik kaygılarla uğraşmak zorunda olanlar kendilerini bilime, dine, felsefeye ve sanata adayamazlar.
XII. yüzyılın bir diğer bilim merkezi Chartres’dır. Chartres’da gramer, hitabet ve mantık yerine aritmetik, geometri, müzik ve astronomi öğrenimi yeğlenmektedir. Bu merak, gözlem ve araştırma zihniyeti, Yunan-Arap biliminden beslenmiştir. Bu ilgi, gelenekselci zihniyet mensuplarını kızdırmaktadır. Yobaz din adamları, yerkürenin oluşumu, elementlerin doğası, yıldızların yerleri, hayvanların doğası, rüzgarın şiddeti, bitki ve köklerin hayatı gibi konularla ilgilenmeyi gereksiz görmektedir. Şüphesiz XII. yüzyılda hala dini dünya görüşü egemendir, ama bazı aydın din adamları daha şimdiden akılcı düşüncenin ve bilimsel bilginin temellerini atmaktadır. Autun’lü Honorius, “Akıl yoluyla kanıtlanmış olandan başka hakikat yoktur. Otoritenin bize inanmayı öğrettiği şeyi, akıl kendi kanıtlarıyla doğrular. Kutsal Metnin aşikar otoritesinin ilan ettiğini, tartışmacı akıl kanıtlar” der.
Chartres’lılar insanı öncelikle akılsal bir varlık olarak görmektedirler. XII. yüzyıl entelektüellerinin temel öğretilerinden biri, akıl ile imanın faal birlikteliğidir.
XII. yüzyılda ortaya çıkan entelektüel, kendini kentteki diğer zanaatkarlar gibi bir meslek erbabı olarak görmektedir. İşi, düşünce sanatlarının incelenmesi ve öğretilmesidir. Sanat, dönemin anlayışına göre bir tekniktir. “Ars”, “tekhne”dir; yani marangoz veya demircininki gibi, bir uzmanlık alanıdır. Nitekim “bachelor of arts” ve “master of arts” gibi yüksek öğrenim unvanları o zamandan gelmektedir.
Lonca mensubu olan entelektüel, bir zanaatkardır. Bilginin biriktirilip saklanmasına inanmamaktadır, öğreterek dolaşıma sokulmasının gerekliliğine inanmaktadır. Okullar bilgilerin ve düşüncelerin, tıpkı mamuller gibi satıldığı pazarlardır. XII. yüzyılın kentsel atılımı içinde ortaya çıkan entelektüeller komünal bir hareket olarak bir lonca içinde örgütleneceklerdir. Bu hoca ve öğrenci loncaları, daha sonra XIII. yüzyılda üniversiteler haline gelecektir.