Sıvı tüketimi insan için hayati bir ihtiyaçtır, yemeden bile daha fazla. Bu yüzden bir şey içerken en doğal eylemlerden birini yaptığımızı düşünürüz. Tükettiğimiz sıvıların türünü damak zevkimizin belirlediğini zannederiz. Suyun bile; bazıları çok su içer, bazıları az, bazıları çay sever, bazıları kahve, bazıları kola sever bazıları meyve suyu, bazıları rakı sever, bazıları bira…
Bu tercihleri uzatmak mümkün. Ama bu tercihler zannedildiği gibi pek öyle kişisel zevklerimize göre yapılmıyor aslında. Bir içeceği içtiğimizde aldığımız tat, içeceğin bir takım özelliklerinin dışında, aslında tarihsel, toplumsal ve kültürel olaylar ve süreçler tarafından belirlenir. Dolayısıyla içilen şey, tıpkı mutfaktaki diğer ürünler gibi, kültürel, yani kimlikle ilgili olup, ayrıca ideolojik ve siyasal anlamları haizdir.
İçki, kültürel ve politiktir
Öyleyse içme deneyimi, bedensel ya da biyolojik bir ihtiyacı karşılama güdüsüyle olduğu kadar kültürel süreçler, tarihsel olaylar, ideolojik tercihler ve siyasal eylemlerle de ilgilidir. Nitekim, çay içmenin Türkiye toplumunda neredeyse birleştirici ortak bir gündelik hayat pratiği olması, rakı ile ayranın bir kimlik göstergesi ve ayrıca farklı yaşam tarzlarının sembolleri haline gelmesi, kolanın küreselleşme ve yerelleşme süreçlerinde farklı pazarlama stratejilerine konu olması, yine kahvenin benzer bir süreçte aldığı biçimler bu düşünceyi doğrulayan örneklerdir.
Alkollü içki özellikle son dönemde, yani Türkiye’de muhafazakâr bir siyasal partinin hükümet dönemlerine karşılık gelen bir zamanda toplumsal ahlak, bireysel sağlık, dini inanç ve kültürel kimlik konularının iç içe geçtiği bir siyasal ifade aracı haline geldi. Bir yanda milli ve manevi değerlere uymadığı gerekçesiyle mücadele edilen, diğer yanda modern ve seküler yaşam tarzının bir ifadesi olduğu gerekçesiyle sahip çıkılan bir toplumsal mesele haline geldi içki. Hükümet laik bir devlet olmamız nedeniyle dini olarak yasaklayamıyor içkiyi, ama dini bir motivasyonla vergisini arttırıp sürekli zam yaparak tüketimini azaltmaya çalışıyor. Toplumun seküler kesimi de ısrarla içki içmeye devam ediyor; sıradan bir gündelik hayat pratiğini gittikçe lüks bir tüketim tarzı olarak deneyimleme pahasına…
Toplumsal tarihe baktığımızda benzer olayların daha önceleri başka toplumlarda da yaşandığını görebiliriz. Tarihe bakmak bugün içinde yaşadığımız koşulları anlamayı ve daha katlanılır kılmayı, ayrıca geleceğe dair de belirsizliği ortadan kaldırıp bir öngörü sahibi olmayı sağlıyor. Birikim Dergisi’nin 345-346. sayısında Yağız Ay tarafından yazılan “Cin Çılgınlığı: 18. Yüzyıl Londra’sında İçki ve Toplum” başlıklı makale bu bağlamda çok ufuk açıcı ve keyifle okunan bir içeriğe sahip.
Su bulamıyorsan içki iç!
17.yüzyılın ikinci yarısının neredeyse ortasına kadar, İngiltere’de içki genellikle tıbbi amaçlarla ve sağlık gerekçeleriyle kullanılmaktadır. 1667’de İngiltere, Hollanda’yla üç yıl süren savaşı kaybeder. Bunun sonucunda İngiltere ittifak kurmak adına Fransa’yla bir antlaşma yapar. Protestan Hollanda’ya karşı Katolik Fransa’yla yapılan bir ittifaktır bu. Fransa’yla yapılan ittifak İngiltere’de Katolik değerlerin benimsenmesini dayatır. Bu değerlerden birisi de brandy’dir. Tuhaf bir şekilde, Fransa’da yasak olan brandy, İngiltere’nin her köşesine yayılır. Bir süre sonra yerli brandy damıtıcıları açılmaya başlar. Fakat buralarda üretilen brandy’ler çok kalitesizdir. Yine de bu yerli içki üreticiler yüksek alkollü içkinin tıbbi amaçlar dışında toplumda kullanımının yaygınlaşmasını sağlar. İçki tüketiminin artmasının bir nedeni içme suyunun çok pis oluşu, içkilerin ise temizliğinden emin olunmasıdır.
İçme suyu Thames nehrinden sağlamaktadır, fakat nehirdeki gemi trafiğinin yoğunluğu suyun kirlenmesine neden olmaktadır. Bu durumda insanlar su ihtiyacını karşılamak için içkiyi tercih ederler. Çocuklar ve kadınlar arasında özellikle bira tüketimi yüksektir. Kahvaltı dahil her öğün içilmesi alışıldık bir şeydir.
Londra’da her kesimden insanların içki içebilecekleri çeşitli mekanlar açılır. Yoksullar, bira içebilecekleri “ale house”lara giderken, aristokratlar genellikle içkilerini evlerinde damıtıp içmektedir. Bu dönemde insanlar yine de yüksek alkollü içkileri çok tüketmiyorlardı, çünkü bu tür içkiler, brandy de dahil olmak üzere, fazla miktarda üretilebilir değildi. Yüksek alkollü içkilerin tüketimindeki artış 1688’de Şanlı Devrim olarak bilinen olayla oldu. Bu olay, Katolik Fransa’yla ittifak halindeki Kral II. James’in İngiltere aristokrasisi ve burjuvazisinin işbirliğiyle tahttan indirilip yerine Hollanda donanmasıyla İngiltere’ye gelen II. James’in damadı William’ın geçirilmesidir. Böylece İngiltere Katolik nüfuzundan kurtulup, burjuvazinin istediği Protestanlığı benimseyebilecektir. Bu devrim, Katolik içkisi brandy’nin de yerini Protestan cinine terk etmesine neden olmuştur. Dolayısıyla cinin İngiliz halkı tarafından hızla benimsenmesi, Protestanlığın İngiltere’nin resmi mezhebi haline gelmesinin bir sonucudur.
William’ı İngiltere’ye getiren donanma beraberinde cini de getirdi. Cin, Hollandalı denizcilerin çok içtiği bir içkiydi. Cinin bir “tahıl cenneti” olan Hollanda’da üretimi çok kolaydı ve deniz koşullarında da kolay tüketiliyordu.
William tahta oturur oturmaz Fransa’ya savaş açtığı gibi, Fransa’yla tüm ticari ilişkileri de kesti. Bunun sonuçlarından biri brandy alımının durdurulmasıdır. Böylece hem pazarda açılan boşluğu kapatmak hem Fransa’yla ve onun temsil ettiği Katoliklikle kültürel cephede de savaşmak, hem de aristokratların toprakların rantlarının azalmaması için 1690’da İngiltere’de içki üretimini teşvik eden bir yasa çıkarılır. Bu yasa bira ve diğer yüksek alkollü içkiler üzerindeki vergiyi arttırıyor, yulaftan üretilenlerinkini azaltıyordu.
Yarım penny’e sarhoş eden içki: Cin
Cin, üretiminin artmasıyla birlikte kısa sürede İngiltere’nin “yerli ve milli içki”lerinden biri oldu. Brandy ve Fransız şarabı içmek ise “yerli ve milli olmayan” bir edim olarak görülmeye başladı. Cinin İngiliz toplumunda böylesine bir arzu nesnesi haline gelmesinin dini olmaktan başka ekonomik nedeni de vardır.
1700’lerde cin tüketiminin merkezi Londra’ydı. Londra’da yaklaşık 7000 cin satan dükkan vardı. Küçük üreticilerin teşvik edilmesi Londra’ya göçün artmasına neden olmuştu. 1721’de Londra’nın nüfusu yarım milyonu geçmişti ki o tarihte adanın tamamının nüfusu yaklaşık beş milyondu. Kırsal kesimden yoğun göç beraberinde birçok sorun da getirdi. Kentte bir anda artan nüfus hayat pahalılığına neden olmuştu. Gelişen ticaret ve kapitalizm parayı tek değer haline getirmiş ve her şeyi satılabilir metaa dönüştürmüştü. 18. yüzyıl Londra’nın, Amsterdam’ı geride bırakarak dünyanın ticaret merkezi olduğu bir dönemdir, ama suçun, çatışmanın, hayat pahalılığının, ucuz ücretin, kötü yaşam koşullarının ortaya çıktığı da bir dönemdir.
Cinin toplumun alt katmanlarındaki insanlara çekici gelmesinin başlıca nedenlerinden biri, bir metropol olmanın Londra’daki hayatı epey zor ve acı hale getirmesiydi. İşçi sınıfının oldukça kötü koşullarda çalışıyor olması, onların nispeten ucuz bir içki olan cinde teselli aramalarına neden oldu. Cin, kentteki en fakir kimsenin bile yarım penny’ye sarhoş olmasını sağlıyordu. Ama cin sadece işçiler ve fakirler tarafından değil, aristokratlar tarafından da çok tüketiliyordu. Ancak hükümet için sorun cinin alt tabakadan insanlar tarafından çokça tüketilmesiydi. Müfettiş raporları kentte artan suçun kaynağının cin olduğu konusunda kesin hükme varmıştı. “Alt sınıflardan insanlar arasında işlenen bütün suçların ve yapılan kötülüklerin asli sebebi” olduğu söyleniyordu.
Alkol, düzeni sorgulatır
Cinin alt sınıflar tarafından fazla tüketimiyle ilgili olarak hükümeti ve toplumun üst kesiminden insanları asıl rahatsız eden, alkolün fakirlere ve işçilere “kurulu düzeni” sorgulatan bir cesaret verici etkisiydi. Pub’larda cin içerken sonra fakir kalabalıklar, belli bir amaç etrafında toplanmış kitleler haline geliyorlardı. Nitekim pub, “public”ten yani kamusaldan üretilmiş bir kelimedir.
On yedinci yüzyılın sonlarına doğru İngiltere’ye gelen cinin popülerleşmesini sağlayan koşullar 18. yüzyılın ortasına gelindiğinde kaybolur. Artık cin, ekonomik olarak sağladığı fayda üzerinden olumlanmamakta, siyasal olarak taşıdığı riskler üzerinden olumsuzlanmaktadır. Bir Protestan içkisi olarak yaygınlaşan cin, Protestan etikle bağdaşmayan etkileri nedeniyle kötülenir. Peş peşe çıkarılan yasalarla cin tüketimi azaltılmaya çalışılır. Cini yasaklamak için başvurulan “etkili” yöntem fiyatını yükseltmek olur. Sonunda cin fiyatı fakirlerin karşılayamayacağı bir düzeye gelir. Yine de insanlar içmenin ve sarhoş olmanın bir yolunu bulurlar ve başlarda cin tüketimi hemen azalmaz. Ama maliyet arttığı için üretim düşer. Küçük üreticiler piyasadan çekilir. 1757’de çıkarılan yasayla cin alımı fakirler ve işçiler için imkânsız hale gelir.
Cin, alt sınıfların oluşmakta olan kültürünün bir sembolü haline gelmiştir. Yöneticileri rahatsız eden de onun bu sembolik anlamı olmuştur. Çünkü cin, sadece fakirlerin ve işçilerin zor yaşam koşullarında sarhoş olup rahatlamalarını sağlayan bir şey değildi. Ayrıca, toplumun alt kesiminden insanların birbirleriyle iletişime girmesine, bir araya gelip belli bir amaç etrafında toplanmalarına ve böylece kitle olmalarına vesile olan bir araçtı.