Bugün Türkiye’nin büyük kentlerinde, özellikle İstanbul’da 90’lı yıllardan beri süren kentsel dönüşüm süreci, bireysel ve toplumsal hayatlarımızda yaşanan dönüşümlerin mekânda tezahüründen ibarettir bir bakıma… Modernliğin kentli bireye aşıladığı sürekli yeni olanın peşinden gitme arzusu ve yeninin bir değer olduğu düşüncesi çevreyle, mekânla, insanla ve nesnelerle ilişkilerimizi biçimlendiriyor. Gerçi geleneksel toplumda bile yeninin özel bir yeri olmuştur; İbrahim Tatlıses’in de söylediği bir türküde geçtiği gibi: “Eski yar şöyle dursun, can kurban yeni yare”.
Diğer taraftan muhafazakâr bir toplum olarak tanımlanmanın ötesinde kendimizi öyle tanımlasak da ne dedenin ve torunun kişisel tarihinde anlamlı yeri olan bir mekân, ne ikisinin de okuduğu bir klasik, ne de artık yerleşmiş teamülleri ve gelenekleri olan kurumlar üretebildik. Sayabileceklerimiz de istisna kabilinden şeyler…
Burada bir boyutuyla şöyle de bir durum var. Biz hiçbir zaman yeni olan bir şey de üretmedik; o yüzden kuşaktan kuşağa aktardığımız klasiklerimiz yok. Çünkü klasik dediğimiz bir zaman yeni olan şeylerdir. Lyotard diyordu ya, bir şey önce postmodernse modern olabilir, aynı formül klasik için de geçerlidir.
Oysa biz genellikle yeni adına yineleme ve kopuşlar ürettik. Bunların hiçbiri klasiğe dönüşmez. Ancak farklı ve sürekli olabilen şeyler klasiğe dönüşme imkanına sahiptir.
Mahallelerimiz yok, “mahal”lerimiz var
Mahallenin ve sokakların yitiminden yakınılıyor. Hala göçebe hayatı devam ettiren, yerleşik hayata geçememiş bir toplum mahalle ve sokakları yeniden üretip koruyamaz. Mahalle kuşaktan kuşağa devam eden komşuluk ilişkileridir, sokaklar birbirlerine aşina olan insanların her gün samimiyetle selam vererek geçtikleri iletişim mecralarıdır. Ama sürekli sirkülasyonun olduğu, bir zaman sonra aşinalık kazansa da ifade kazanmayan yüzlerle karşılaşıldığı, yan yana olunsa da uzak olunan yerler sokak değil, yoldur; mahalle değil, mahaldir. Elbette bu durum bireyselleştirici ve özgürleştiricidir, ama toplumsallaştırıcı ve dayanışmacı değildir.
Sanırım kaçırdığımız husus şu: modern kent hayatı birey üretir, mesafe üretir; ama ilişki ve iletişim de üretir. Modern kent bir yandan içinde insanın anonimleşeceği, özgürleştirici yabancılık deneyimleri yaşayabileceği kalabalıkları taşıyan kamusal alanlara sahiptir. Diğer taraftan içinde insanın kimlik edineceği, aidiyet ilişkisi kuracağı, güvenli bir topluluk içinde olmanın huzurunu veren ve dayanışma ilişkileri üreten özel alanlara da sahiptir.
Bugün içinde yaşadığımız kentlerde bu ikisi de yok; olan sadece kamusal alanı ikame eden yok-yerler ve özel alanı ikame eden güvenlikli site benzeri sınırlanmış ve denetlenen yerler. Buralarda da ne bir modernlik deneyimi yaşamak mümkündür, ne estetize edilen bir hayat.
Enformasyonun ve imajların anlamsız bir şekilde dolaştığı postmodern görüntü, ki sürekli çekilen selfiler bunun en iyi örneğidir, deneyimin yerini aldı ve hayatın gösterileşmesi de estetikleştirmenin yerini.
‘Katı olan her şey buharlaşıyor’
Zygmunt Bauman’ın akışkan modernlik kavramı, kırılgan hayatlarımızdaki istikrarsızlaşan ilişkilere gönderme yapıyor. Akışkan modernlik, ilişkilerimizi istikrarsızlaştırıp akışkanlaştırırken aşk ilişkisi de akışkan hale geliyor. Bu yeni başlamış bir süreç değil; aslında 19. yüzyıldan itibaren başlayan bir süreç. Marx bu süreci, şairane bir şekilde şöyle anlatıyor: “Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar kendi hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar”.
O zaman Marksiyan bir analizle şunu söyleyebiliriz. Aşk ilişkileri geçicileşip akışkan bir hale geliyor, evlilikler ve kutsal aile çözünüyor ve sonunda insanlar kendi arzularının gerçek koşullarını ve başka insanlarla ilişki potansiyellerini sınamaya zorlanıyorlar.
Bir aşk ilişkisi ya da duygusu iki kurucu öğenin birleşmesinden meydana gelir: romantik tutku ya da bağ ve erotik arzu ya da şehvet. Geçmiş dönemlerin idealleştirilen aşklarında romantik tutku ve bağ belirleyiciydi, erotik arzu ve şehvet ilişkinin mahrem ve günah, dolayısıyla gizli ve örtük olması gerekli kısmıydı. Bugün yaşanan aşklarda romantik tutku ve bağ belirleyici değil ama belirgin, yani gösterilen, teşhir edilen bir şey haline gelirken, aşk ilişkisi de daha fazla bir iktidar ilişkisi haline geldi. Rafet El Roman’ın “Bana Adımla Seslendi” şarkısında, durumun ilişkilerde nasıl sorunlu bir hale geldiğini gayet güzel anlattığı gibi, sevgililer birbirlerine adlarıyla değil, sürekli “Aşkım” diye hitap ederken aslında zayıflamış ve kırılgan hale gelmiş romantik bağı sürekli yeniden kurmak ve birbirlerine telkin etmek gereğini duyuyorlar. Diğer taraftan, Hadise’nin bir şarkısındaki gibi, “Neredesin aşkım? Buradayım aşkım” nakaratını birbirlerine yinelerken de romantik bağın bugün bir denetim mekanizması haline geldiği ve “Aşkım” diye seslenmenin aslında her an yapılan bir yoklamaya cevap vermekten ibaret, duygusunu yitirmiş bir söz haline geldiği ifade ediliyor.
Arzuyla doğar, tutkuyla yaşar, zamanla ölür aşk…
Geçmişe göre, bugün aşkta belirleyici olan erotik arzu ve şehvettir. Geçmişin şarkı sözleri ile bugünün pop müzik sözlerini karşılaştırınca bunu hemen görebiliriz. Ayrıca, görsel kültürün egemen olduğu bir zamanın ruhu da bu duyguları besliyor. O nedenle insanlar daha fazla bedenleri ve görünümlerine ilgi ve özen gösteriyorlar. “Önemli olan iç güzellik” sözü bugün biraz eğreti duruyor. Her ne kadar dizi filmlerde hala idealize edilen aşklar iyiliğe, dürüstlüğe ve sağlam kişiliğe dayalı olsa da aşıklar hep yakışıklı ve güzel oluyor.
İlişkilerde yüzleşmek zorunda olunan gerçeklik budur. Güzellik geçici olduğu kadar göreli ve çeşitlidir. Akışkan modernliğin bizi çevreleyen iletişim ağları sürekli yeni ilişki olasılıklarını aramaya teşvik ediyor. İlişkilerde hep sürmesi istenen aşk, aslında hep yenilemek istediğimiz aşk, bizi bekleyen farklı aşklardır. Bir gönül ilişkisini istikrarlı bir şekilde ölene kadar devam ettiren unsur, sanıldığı gibi aşk değildir. Aşk, arzuyla ilişkilidir ve geçicidir. Diğer taraftan aşk ahlakla ilişkili ve kurallara tabi değildir, olumsallık içerir. Aşkı ahlaka ve kurallara tabi kılmak için evlilik icat olmuştur. Dinler tarafından da devlet tarafından da sonsuza kadar sürmesi zorunlu kılınmak istenen evliliktir, aşk değil.
Katı olan her şeyin buharlaştığı gibi, evlilik ve aile de çözünüp bugün dağılıyorsa akışkan modernliğin doğasına aykırı katı doğası nedeniyledir. Akışkan modernlikte yine de ilişkilerde bir kalıcılık istiyorsak, diğerkamlık ve başkasına karşı sorumluluk gibi etik değerleri sahiplenmek zorundayız.
Aşk arzuyla doğar, tutkuyla yaşar, zamanla ölür. Yüzleşmekten kaçındığımız acı gerçektir bu. Dolayısıyla tek bir insanla ömür boyu bir gönül ilişkisini sürdürmek aşka rağmen olabilir. Aşktan daha güçlü bağları gerektirir.