22 Ocak 2025

Fırat Devecioğlu, değişimin iki bin yıllık hikâyesini anlattı: Usulüne göre gömülmeyen her şey hortlar

"Tarihi Lazarus, ölümden dört gün sonra dirilir, hayata yeni bir başlangıç yapar. Kitaptaki Lazarus ise metaforik bir diriliş yaşayarak kendi içindeki karanlıklarla yüzleşir ve değişir. İki hikâyeyi düşündüğümüzde, farklı çağlar ve bağlamlar içinde, yeniden doğuş̧ ve dönüşümün temsilcisi olduklarını söyleyebiliriz"

Bundan iki yıl önce bir 15 Temmuz sabahı. Keyifle yapılmış bir kahvaltının ardından sohbet eşliğinde annemle mutfağı topluyoruz. Biz kadınlar, tavanın ömrünün uzun olması için bulaşık makinesi yerine elde yıkamayı tercih ederiz. Ben tavayı yıkarken annem anlatmaya devam ediyor. Arkam ona dönük, yüzünü görmüyorum. Bir süre sonra kurduğu cümleleri de anlamıyor “efendim” diyerek tekrar ettiriyorum. “Efendim”, “Anlamadım”, “Efendim” Annem elindeki işi bırakıyor, birbirimizin yüzüne bakıyoruz. “Sen beni duymuyor musun?” diyor. Sanki denizin altından konuşuyor. Onu duyuyor muyum emin değilim. Belki de dudak okudum. Evet dudak okudum. “Duymuyorum” diye bağırıyorum. Galiba ağlamaya başladım.

…Ev halkı panikledi. Onlara göre ciddi bir sorun var. Ben psikolojik olduğunu düşünüyorum. Tüm yıl o kadar çok insan dinledim ve yoruldum ki, yılın ilk izin gününde beynim kendini tüm seslere kapatmış olmalı. -Tüh anneme denk deldi- Geçer! Kolumdan çekiştiriyorlar. Onların içi rahat olsun diye hastaneye gideceğim. Bu saç başla ayıp olur. Saçımızı düzelttiğimiz o şeyi arıyorum. Bulamıyorum.

-Anne o şey nerde? Şey hani kafamı düzeltiyorum o işte! Tamam neyse çıkalım. Peki şeyim nerde? Şey işte! Hani kulağıma koyup konuşuyorum.

Evdeki telaş daha da arttı. Hemen hastaneye gitmek istiyorlar. Ayakkabıları bağlayacak vakit yok, hem dışarıda hava çok sıcak. Ayakkabı gibi olmayan önü açık şeylerimi giymeliyim. Şey işte, ayakkabı gibi olmayan!

Beyin çok ilginç. O iki yaz önce “T” harfimi bir süreliğine kaybettim. Sadece T’ler kayboldu. Tarak, telefon, terlik gibi “T” harfi ile başlayan ne varsa. O sıralar T24 için yazıyor olsaydım muhtemel bir süre için o da kayıp olacaktı.

Pıhtı atıp gidiyor ama hem o hasarı bir nebze onarabilmek -tıbbı terimleri bilmiyorum- hem de ardından gelebilecek yeni bir pıhtıyı engelleyebilmek için acil koduyla inme merkezine yatırdılar. Uyuttular… Uyandım… Uyuttular… Uyandım…

İyileştim.

Aradan çokça aylar geçti.

Bir yolculukta okumak için yanıma aldığım kısa bir kitap beni çarptı: “Lazarus – Tanrı Oyuncağı”

Bu novella ile; uzun uzun uyuduğum, uyandığımda ayağa kalkmamın kesinlikle yasak olduğu hastane yatağına, sonrasınca sıkça gidip gelmek durumunda olduğum o koridorlara döndüm.

FOTOĞRAF

Destek Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluşan “Lazarus – Tanrı Oyuncağı” kitabının yazarı Fırat Devecioğlu’nun zihninde de bu hikâye, aylarca refakatçi olarak kaldığı hastane koridorlarında doğmuş.

Kitap adını tarihsel ve dini bir figür alıyor. Beytanyalı Lazarus, Aziz Lazar ve Dört Günün Lazarı… Yuhanna İncili'nde, ölümünden dört gün sonra İsa'nın mucizesi ile diriltilen kişi.

Bu mucizevi olay, inanç, umut ve yeniden doğuşun güçlü bir sembolü haline gelmiş. Psikolojide, sinemada, edebiyatta… Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza" romanında bile, Raskolnikov vicdan azabı çekerken sevgilisi ona Lazarus'u hatırlatır; bu insan ruhunun nasıl dönüşebileceğini simgeler. Lazarus ismi dini anlatıdan hareketle tıpta da yer bulmuş. Beyin ölümü gerçekleşmiş hastalarda daha çok sarılır gibi kolları kaldırıp çapraz şekilde bağlama ile sonuçlanan refleks, Lazarus belirtisi ya da Lazarus refleksi olarak isimlendirilmiş.

Fırat Devecioğlu'nun novellasındaki Lazarus da bu tarihi figürle bağlantılı bir yeniden doğuş öyküsü sunuyor. Ancak bu çok daha karanlık ve içsel bir dönüşüm... Kitaptaki Lazarus, dışarıda unutulmuş, hastane koridorlarında kendini anlamlandırma mücadelesi içinde bir karakter. Devecioğlu, modern Lazarus'u, hastalık ve yalnızlık gibi zorlu, evrensel temalar üzerinden işleyerek, tarihi figürün sembolize ettiği umut ve dönüşüm temasını güncel çerçevede ele almış.

Kitabı okurken yaşanmışlıklarım yüzünden çoğu zaman nöroloji servisinde yatan hastaların yerine koysam da kendimi, kimi zaman Lazarus oldum. Hastane koridorları, hasta odalarında kimsesiz, sessiz bekleyen hastalar… Devecioğlu’nun da kendi yaşanmışlıklarında süzülen bu hikayeler, eski bir anlatının gücünü de yanına alarak, modern zaman insanını kendiyle karşı karşıya getiriyor.

Ben kendimle karşı karşıya geldim mi? Çok yerde evet! Kahramanın fotokopi makinesinde başlayan hikayesinden, gece EMAR’ında karşılaştığı küçük çocuğa kadar… ve hikâye üzerinden anlatılmaya çalışılan benlik arayışı ve dönüşümün ötesinde; “Haline her gün şükretmelisin” diyen doktorumu destekler nitelikte, halime her gün daha fazla şükretmemi sağladı.

Çok uzun oldu:) Kesinlikle daha uzun olurdu ama artık sevgili yazarımız Fırat Devecioğlu ile söyleşimize geçelim:

Fırat Devecioğlu

“İnsanlar, onu hatırlamayan kişiler karşısında, daha az sorumluluk hissediyor”

- Lazarus karakteri nasıl doğdu, hangi duygu ve olaylar sizi bu hikâyeyi yazmaya sevk etti?

Hastane koridorlarında doğdu. Bir hastalık nedeniyle üç farklı hastanenin nöroloji kliniklerinde yaşamak zorunda kalmıştım. Hikâyede karşılaştığınız, Lazarus hariç, tüm karakterler gerçek. Orada, başka bir hayatın varlığına şahit oldum. Kendine özgü yaşantısı, rutinleri, iletişim biçimleriyle, dünya içinde başka bir dünya hastane. En çok terk edilen hastalar, nöroloji bölümlerinde oluyor… Bilinçleri olmaması, bu durumda etkili. İnsanlar, onu hatırlamayan kişiler karşısında, daha az sorumluluk hissediyor. Başında refakatçisi olmayan, bilinçsiz kişiler beni derinden etkiledi. Özellikle de yemek saatlerinde, bu hastaların yanı başına bırakılan tabldottaki yemekleri yiyemiyor olmaları en sarsıcı şeydi. Bir gün, sabaha karşı, tomografi için sıraya girmiştik. Cihazından tek başına dışarı çıkan bir çocuk gördüm. Altı yaşlarındaydı. Kimsesi yoktu. Saçları, kaşları dökülmüştü. Öleceğine neredeyse kesin gözüyle bakılıyordu. Ağır bir hastalıkla mücadele ediyormuş. Lazarus’ un ilk notunu o sırada yazdım, kitabın başlangıcı olduğunu bilmeden.

Hastane koridorlarına baktıkça, oralarda dolaşan bir karakter belirdi zihnimde. Refakatçi kartı sayesinde, terk edilmiş hastaların yanında duran, yeni bir varoluş yaşayan biri. Sonuçta burası bir dünyaydı ve burada dünyaya fırlatılan biri olabilirdi. Aile, âşık olma arzusu, Tanrı, mutlu bir çocukluk hayali gibi eksikliğini hissettikleriyle kucaklaşan Lazarus’u, böylece yazmaya başladım.

Dönüşümün refakatçi kartı

- Lazarus karakterinin dönüşümünü nasıl anlatırsınız?

Lazarus karakterinin dönüşümü, ölüme yakın insanların yanında geçirdiği zaman ve yaşadığı olaylarla şekillenir. Hastane koridorlarında yalnız ve terk edilmiş hastalarla karşılaşması, onun insanlık hali ve var oluş üzerine düşünmesine sebep olur. Sevgi ve kabul gördüğü nadir anlar, içsel bir değişim başlatır. Bu dönüşüm süreci, refakatçi kartının verilmesiyle sembolize edilir; bu kart, yeni bir kimlik ve yaşamın kapılarını açar. Lazarus, edilgen ve gözlemci bir pozisyondan, etkin ve karar verici bir role geçiş yapar. Hastanede bir refakatçi olarak başladığı yolculuk, onu kendi iç dünyasıyla ve toplumsal normlarla yüzleşmeye iten bir dönüşüme dönüşür. Bu süreçte, "Tanrı Oyuncağı" ifadesiyle yüzleşmesi, gerçeklik algısını ve kendini algılama biçimini sorgulamasına yol açar, bu da onun dönüşümünün derinleşmesini sağlar.

“Değişimin iki bin yıllık hikayesi…”

- Tıptaki "Lazarus etkisi" hikayenize kritik bir tematik element olarak hizmet ediyor. Ölüm, yeniden doğuş ve dönüşümün insan deneyimiyle ilişkisini nasıl algılıyorsunuz?

Yeniden doğuş, Carl Gustav Jung’un ifadesiyle güçlü bir arketip. Jung, engin insanlık mirasının, yani insanlığın tüm bilgi ve deneyimlerinin, kolektif bilinçdışında bilgi olarak var olduğundan bahseder. Yeniden doğuş da önemli bir mirastır ve nesilden nesile, üzerinde düşünülmeye devam edilecektir. Sonuçta nereden geldiğimizi bilmiyoruz, nereye gideceğimizi de.

Lazarus, tarihsel anlatıda, umut ve dönüşümün sembolü̈ olarak yer alıyor. Adının kaynağı, İsa tarafından diriltilen Lazarus. Kaynağı İncil. Aziz Lazarus adlı bir ölü̈, dört gün sonra, İsa Peygamber tarafından yaşama döndürülür. Bunun düşünce dünyasına yansıması, insanın, her zor durumda, hayatını yeniden inşa edebilme gücünü̈ elinde bulundurmasıdır. Hatta Dostoyevski, Suç ve Ceza adlı kitabında, Lazarus’a atıf yapar. Kitapta, Raskolnikov vicdan azabı çektiği sırada, sevgilisi ona Lazarus’u hatırlatır ve Raskolnikov bu azaptan bir çıkış yolu bulur.

Kitabım Lazarus’ta, karakterin ikinci hayatı, böylesi bir umudu temsil ediyor. Başka ifadeyle, Lazarus, kişisel dönüşüm ve içsel mücadelenin bir temsili olarak okuyucunun karşısına çıkıyor. Tarihi Lazarus, ölümden dört gün sonra dirilir, hayata yeni bir başlangıç yapar.

Kitaptaki Lazarus ise metaforik bir diriliş yaşayarak kendi içindeki karanlıklarla yüzleşir ve değişir. İki hikâyeyi düşündüğümüzde, farklı çağlar ve bağlamlar içinde, yeniden doğuş̧ ve dönüşümün temsilcisi olduklarını söyleyebiliriz. Değişimin iki bin yıllık hikayesi…

Fırat Devecioğlu

“Usulüne göre gömülmeyen her şey hortlar”

- Lazarus karakteri üzerinden okura neyi göstermeye çalıştınız?

Tamamlanmamış yas süreci, karakterin var oluş probleminin odağındaki bir unsur. Annesinin ölümü̈ sonrası, bu süreci yaşıyor. Hissettiği suçluluktan dolayı, onun ölümünü̈ kabul edemiyor. Bu nedenle, annesiyle benzer hastalıklarla sahip insanların arasında yaşamaktan haz duyuyor. Böylece onu zihninde yaşatabiliyor.

Ancak insanları öldürme, ölüm anı sonrası onları izleme gibi arzulara sürükleniyor. Bu tamamlanmamış yasın etkisi… Çünkü̈ ölmek üzere olan hastalar, annesinden beklediği ama şahit olamadığı son hareketleri yapıyorlar. Böylece iç güdülerine teslim oluyor. Öldürme arzusunu, kendine Tanrısal anlamlar yükleyerek (üst benlik oluşturarak) gerekçelendiriyor. Bu yaşantı, Lacan’ın “Usulüne göre gömülmeyen her şey hortlar’’ düşüncesini hatırlatır. Kültürümüzde yer alan ve ölmek üzere insanların sevdiklerine söylenen ‘onu son kez gör’ yönlendirmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Yasın tamamlanması bir gereklilik. Duygusal dayanaklılık için önemli bir dengelenme süreci.

Lacan’ın gölgesini, yas sürecinin dışında da görmek mümkün. Lazarus karakterinin baba özlemine, sevgi yoksunluğu yaşadığı çocukluğuna, mesleki varoluşunda hissettiği değersizliğe yakından baktığımızda, her birini, eline ayağına dolanan, hortlayan unsurlar olarak değerlendirebiliriz.

Lazarus’un yaşadığı baba eksikliği (Tanrı, ağabey, yol gösterici vs. kural koyucunun olmaması) davranışlarını kontrol eden bir diğer boşluk. Bu durum, süper egosunun (denetleyici-yargılayıcı benlik) gelişmemesine neden oluyor. Bu açığı kapatamadığı için (birey olma sorumluluğunu almama), kahramanımızın ‘utanma, çekinme, rezil olma korkusu’ gibi duyguları gelişemiyor. Lazarus, zayıf süper egonun ve tamamlanmamış yas sürecinin bir yansımasıdır. Böylece karşımıza, bir seri katilin oluşma evresi çıkıyor. Bir diğer önemli nokta, Lazarus ’un, ölüme neden olduktan sonra, yılbaşı partisi düzenliyor olması. Çünkü̈ bilinci olmayan bir hastaya âşık oluyor. Böylece sevgi yoksunluğunun açtığı problemleri daha net görüyoruz. Lazarus’un, sevgiyi bulmasıyla, insanları öldüren birinden, partiler organize eden birine dönüşümüne şahit oluyoruz. Dans ediyor, eğleniyor. Kendine yüklediği kahramanlık rollerinden (üst benlikten) sıyrılıyor. Ancak sevgiden uzaklaştığında, karanlık düşüncelerine geri dönüyor. Kendine olmadık anlamlar yükleyerek, sevgi yoksunu kalmış halinin üstünü kapamaya çalışıyor. Bu durumu Erich Fromm'un ‘‘yaratmayan insan yok etmek ister’’ ya da sevgi insanın varoluş sorununun yanıtıdır düşünceleriyle de açıklayabiliriz. Lazarus, yok ederek hayattan intikam alıyor.

Lazarus, refakatçi olmadan önce, bir üniversitede fotokopici olarak çalıştığı için, bazı konularda bilgi sahibi. Mesela öldürme amacı doğrultusunda, Schopenhauer’un düşüncelerini kullanabiliyor. Burada İslam’daki ‘’Şeytan, emelini haklı gösterir.’’ temasına atıf söz konusu. (En'âm Suresi - 43 . Ayet) Lazarus, Freud’un, ‘ilkel benlik’ olarak belirttiği görüşünü̈ temsil eder. Freud’a göre, kişi, keşfetme heyecanından yoksun kalırsa, beynin orta katmanında bulunan ilkel benlik büyümeye başlar. Böyle biri -tıpkı Lazarus gibi- talepkâr, bencil, takıntılı, yeniliğe kapalıdır, tekrarı sever ve çabuk inanır. İlkel benliğin, çalışma prensibi reklamlarda bolca kullanılır. Satın alma davranışımızı etkiler. (Hemen inanma) Psikolojik rahatsızlıkların temel sebebi ilkel benliğin hakimiyeti ele almasıdır. Kimi düşünere göre, dünyayı ilkel benlik yönetmektedir. Günümüz pazarlama anlayışı, ilkel benlik üzerine kurulur. Bir diğer Freud etkisi ise, Lazarus’un babası yerine koyduğu kişinin (ihtiyar komşu) ölümüne neden olduktan sonra, kendini bir katil gibi hissetmemesidir. Hatta ince bir haz duygusunun varlığından söz edebiliriz. Bu konu Netflix’de yer alan Freud adlı dizide de geçmektedir. (Dizide Freud, rüyasında babasını öldürür.)

- Kitabın yazım süreci ne kadar sürdü ve ne zaman tamamlandı?

Aslında süreç iki bölümden oluşuyor. İlki, hastaların durumuna bakıp, ‘acaba vaziyetlerini bilselerdi yaşamak isterler miydi?’ diye sert bir soru zihnimde dolaşmaya başladı. Tanrı ile arama mesafe girdi. İsyan duygusu oluştu. Onların arafta olmaları, ne yaşıyor ne de ölmüş olmaları isyanımı güçlendirdi. Tanrı’nın bizi terk ettiğini düşündüm. Bu süreçte kişiye, intihar, suçluluk, tamamlanmamış yas gibi zor temalar eşlik ediyor. İnsan doğası, ilginç bir labirent. Tam bu karanlık düşüncelerin arasındayken tuhaf bir şey oldu. Hastane koridorlarına bakarken, orada dolaşan, terk edilmiş hastaların yanında duran bir refakatçi belirdi zihnimde. Bu tuhaf genç adamın ismini sonradan ‘Lazarus’ koydum. Hastane koridorunu, yeni bir dünya olarak algılamaya başlamıştım. Rutinleri, kendine özgü yaşantısıyla, kendi içinde bir dünyaydı hastane. Burada dünyaya fırlatılan biri olabilirdi.

İkinci bölüm ise, o altı yaşlarındaki çocuğu tekrar görmemle oluştu. Saçı, kaşları vardı, iyileşiyordu. Yeniden doğuşun vücut bulmuş haliydi. O çocukla beraber ben de iyileştim. Tanrı tasavvurum yeniden şekillendi. Bu süreç iki yıl kadar sürdü̈. Hayatla daha farklı, güçlü bir bağ kurmuştum artık. Tüm bunların sonrasında Lazarus’u yazabildim.

“Bilgelik gerekmedikçe düşünmemektir”

- Kuantum mekaniği ve psikoloji gibi çeşitli alanlardaki eğitiminiz var. Bu eğitimlerden edindiğiniz bilgiler yazma sürecinizi kolaylaştırıyor mu? Bilmeden yazılamaz mı? Yoksa bilerek yazmak daha mı zor? Sizce yazma eyleminin ne kadarı duyguyla ne kadarı bilmekle ilgili?

Bilmeden yazmak kıymetli. Bilgi ile sınırlandırılmamış özgür irade, sanatsal ifadeye her zaman zenginlik katıyor. İnsan insanı izliyor ya da okuyor sonuçta. Ben üretim öncesi, hiçbir hedef koymadan, kendiliğinden bir alana yöneliyorum, orayı sevdiysem, o konuda eğitim almak istiyorum. Ancak öncelik her zaman özgürlükte. Mesela son dönemde, yazdıklarımın psikolojiye doğru yöneldiğini gördüm. Sonrasında o alanda derinleşmek istedim. Elbette her konuda derinleşemeyiz ancak ihtiyacımız olanı alabiliriz. Bilgi, eserinizde, geriye dönük taşların yerine oturmasını, derinleşmenizi sağlıyor. Benim sıralamam özgürlük, duygu ve bilgi.

İnsanların kendilerine hedefler koyduklarını görüyorum, şaşırıyorum. Bu sene iki tane çocuk kitabı yazacağım diyor. Hedef, tasarımı içerir. Projelendirmeye başlarsınız. Bu nedenle kendinizi olduğunuz gibi gerçekleştirmek güçleşir. Harcanmış potansiyeller, sürekli planlı hareket eden bireylerden çıkabiliyor. Sonuçta karmaşıklığı yönetmek isteyenler savrulur. Çünkü yaşam, doğrusal olmayan, yani nonlineer fonksiyon. Planlanamaz, ısmarlanamaz. Bir rüzgâr çıkar, kuş kanadını o an rüzgâra göre açar. Fırtına başlar, denizlerin dalgaları oluşur. Yağmur başlar, tüm canlılar bu koşula göre konum alır. Doğa, sürekli bir oluş halindedir. Kendiliğinde oluşum devam eder. Yaratıcılık, bu fonksiyon içinde var olur. Biz kaosun bu dansına katıldığımız oranda güçlü ifadelere kavuşuruz. Bu anlayışı, roman bağlamına yansıtabildiğimi düşünüyorum.

Zaten mutsuzluğun temelinde de, insanı insanın, ait olduğu doğayı karşısına almışçasına, yaşamını lineer/doğrusal bir akışta yaşamasına bağlıdır. Sürekli plan yapar, geleceği düşünür. Oysa bilgelik gerekmedikçe düşünmemektir.

Fırat Devecioğlu

- Kitabınızı okurken distopik bir hastane koridorunda yürüyor gibi hissettim. Ama nöroloji servisinde bilinçsizce yatan hastalar için bu gerçek. Kitapta gördüğümüz karakterler kadar görmediklerimiz de var. Bilinçsiz yakınlarını belli bir zaman sonra hastanede kaderine terk edenler – terk etmek zorunda kalanlar. Sanırım serviste geçirdiğiniz zaman boyunca bunu düşünme imkânınız oldu. Onlar kim? Seçimlerini terk etmekten yana yapanlar?

Bir gün, bilinci olmayan eşinin başında duran, onunla konuşan bir kadın gördüm. Aralarında geçen geçmiş bir konuda, ona nasıl kırıldığını, üzüldüğünü, kendisine haksızlık yaptığını yatakta yatan bilinçsiz kocasına anlatıyordu. Önce şaşırdım ama sonra bunun yaygınlığı görünce normalleştirdim. Hastane odaları, birer hesaplaşma alanı. Herkesin bazen hastayı, bazen birbirini suçladıkları sonuçsuz bir mahkeme.

Mesela bazı refakatçilerin, hastasının bilinci olmamasına rağmen, hava almak için dışarı çıkarken, dönüp hastasına, dışarı çıkıyorum, istediğin bir şey var mı diye sorduklarına şahit oldum. Mide ameliyatı sonrası istemsizce sallanan bir hasta vardı. Beynimizin, dışarıdan gelen müdahaleye, böylesine tepki verebileceğini orada öğrendim. Kadının yakını, ısrarla, tüm koridorda dolaşarak, diğer hasta yakınlarına, kaç defa bu mide küçültme ameliyatı olmaması gerektiğini söylediğini anlatıyordu.

İnsan bazen öylesine karanlığa düşüyor ki, kurtulmak için her şeyi yapıyor. Başkalarını yargılamak, kendinden ve karanlığından kurtulmanın en kolay yolu. Herkesin birer kum torbasına ihtiyacı olduğu bir dönem hastane yaşantısı. Hastane asansörlerinde ayna olmaz, neden? Hastalar kendilerini görmesinler diye. Hasta yakınları da ayna olmamasını mesele etmez.

‘‘Ne nerede olduğunu biliyordu ihtiyar ne de yanında kimin olduğunu…”

- Giderek yalnızlaşıyoruz… ve yarın bilinçsiz bile değil bilinçli ama çaresiz iken anlatıdaki Lazarus gibi birinin eline düşmeyeceğimizi kimse garanti edemez sanırım. İnsanın kendini birinin kendine oynadığı bir oyunda, anlattığı masalda oyuncak bebek olarak bulması…

O son anlarda, bir sedyenin üzerindesiniz, bilinciniz yok ve sizi sedyenizin başında, hiç tanımadığınız bir insan tutuyor. Kitapta bu durumu şöyle yazmışım: ‘‘Ne nerede olduğunu biliyordu ihtiyar ne de yanında kimin olduğunu. Hastabakıcının arkasından, boyası dökülmüş demir sedyeyi, uzun adımlarla sürüklüyordu genç adam. Koskoca bir ömrün trajik sonuna şahitlik ediyordu boş koridorlar.’’

Lazarus’un eline düşmeyeceğimizi ya da bez bebek olmayacağımızı kimse garanti edemez. Ancak geleceği düşünmek, bize sadece anksiyete dünyasının anahtarını verebilir. Sahip olduğumuz tek şey, şimdi ve burada olmak. Bugünün sorumluluğu almak bence önemli olan.

Kaygılar, bizi, bazen, bugünü yaşamamıza izin vermiyor. Çünkü̈ acıyı düşünmek, acıyı yaşamaktan daha zor. Ansızın bizi yakalayan ölüm korkuları, hayatı yaşamamazlığın bir habercisi. Gelecekte, Lazarus’un elinde bu dünyadan ayrılıyor olsak da önemli olan, yaşantımıza bakıp, iyi ki kendimi yaşama cesaretim vardı diyebilmemiz.

- Anlatmak istediği bir sonraki hikâye nedir?

Aslında Lazarus’tan, tiyatro oyunlarından önce başladığım bir romanım var. Bitti. Ancak benim geriye dönük işlemlerim uzun sürüyor. Yine felsefi roman olmakla birlikte, polisiye unsurları ön plana çıkıyor. Farkı, sosyo-ekonomik açıdan yeni bir perspektif içeriyor olması. İstanbul, Brüksel, Bratislava, Londra’da geçen ilginç bir hikâye.

Sümeyra Gümrah kimdir?

Sümeyra Gümrah Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-TV ve Sinema Bölümü'nden mezun oldu.

Öğrenim süreci boyunca Kanal D bünyesindeki radyolarda görev aldı. Yönetmen yardımcısı olarak başladığı kariyerini, kültür sanat sektöründe basın danışmanlığı yaparak devam ettirdi.

2006 - 2013 yılları arası Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda görev yaptı.

Fatma Berber ile kaleme aldığı Destek Yayınları'ndan Bir Pera Masalı isimli gezi kitabı ve Pink Floyd - Kilidi Açamazsan Kır Kapıyı isimli biyografi kitabı; Ayrıntı Yayınları Düşbaş Kitapları'ndan Bir Porsiyon Sanat isimli kitapları bulunuyor.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Orkestra şefi Murat Cem Orhan: Müzik; çevresel, sosyal ve kültürel meseleleri gündeme taşımanın en etkili yollarından biridir

"Müzik, insanın varoluşuna dair en temel sorulara hem bir ayna tutar hem de cevaplar sunar. İnsanın "Neden buradayım?", "Hayatın anlamı nedir?" gibi sorularına cevap ararken hem bir rehber hem de bir yol arkadaşıdır"

Modern dünyada kadim bir yürüyüş: “Ritüellerin Şifreleri”

M. Reyhan: Hepimizin kendisine şu soruları sorması çok önemli. "Bu öneri ya da fikir benim gerçekten ihtiyacım olan bir şeyi mi karşılıyor, yoksa yalnızca kalabalıkların yöneldiği bir akıma mı kapılıyorum? Bu seçim benim iradem mi, yoksa manipülatif bir stratejinin sonucu mu?" Kalabalıkların gittiği yöne gitmek ilk bakışta güvenli gibi görünebilir, ancak bu durum insanın kendi iradesini ve bireysel farkındalığını devre dışı bırakabilir. Ritüellerin bireysel ve toplumsal anlamda bir dönüşüm aracı olduğunu unutmayarak, her bir ritüelin ve alışkanlığın neyi temsil ettiğini ve hayatımıza nasıl bir katkı sağladığını sorgulamak gerekir. Kitabımın okuyuculara, bu soruları sormaları ve kendi içsel yolculuklarını şekillendirmeleri için bir pencere açmasını diliyorum

Pacific Quintet: Biz sadece beş müzisyen değiliz, farklı kıtalardan insanlarız; farklılıkların birleştirebileceğini göstermeye çalışıyoruz

"Uzun İnce Bir Yoldayım'ı çok iyi biliyoruz. Türk ezgilerini seviyoruz, birini seçmek zor, en son 'Üsküdar'a Gider İken'i keşfettik ve çok seviyoruz!"

"
"