“Kendi kimliğini ve farklılığını ortaya koymak bir vatandaşlık eylemidir" (Hannah Arendt)
Hrant Dink’ten bize kalan içtenlik ve dürüstlük mirasına bağlı kalarak konuşmaktan başka çare yok. Onun yaşamından öğrendiğimiz gibi ortaklığa varmak için tüm kapıları çalmak, dertleri, sorunları kimseyi kötülemeden, küçümsemeden anlatmayı sürdürmek zorundayız. Son haftalarda Mehmet Eymür’ün ifadesinden bir kez daha anladığımız üzere ülkemize egemen olan devlet aklı makyavelist; yani devletin bekası için sözünden dönmeye ve gerektiğinde insan öldürmeye teşne. Yalnızca Mehmet Eymür gibiler değil, geçenlerde Doğu Perinçek’in Ahmet Hakan’a “ Ermeni tehciri olmasaydı kurtuluş savaşını kazanamazdık” itirafındaki gibi sağda solda bir çok insan da aynı düşünceleri paylaşıyor. Diğer yandan ülke gündemi milliyetçi politikacıların o sığ dilleri ile o kadar tıka basa dolu ki insanı merkeze koyan en sıradan liberal düşünceler bile yeniden “terör”le damgalanabiliyor ve bu şekilde ifade özgürlüğü engellenmek isteniyor. Ülkemiz seçim sürecine girerken bir çoğumuz yeni bir dönemin kapılarını açılması, yani iktidar değişmese bile daha adil ve özgür bir ülke için yeni dinamiklerin sahneye çıkması özlemi içinde. Son 30-40 yılın hepimize öğrettiği gibi ülkemizin esenliği büyük ölçüde insanların kendi kimliklerini ve farklılıklarını ortaya koymalarına bağlı. Bunun engellediği her dönemeçte ( 28 Şubat en yakın örnek) nasıl bir zorlanma yaşandığı biliniyor.
Kürt sorunu içinde ise anadilde eğitim son yılların en netameli konularından birisi olarak hala çözüme kavuşmadı çünkü asimilasyondan tam olarak vazgeçmek istemeyenler bu talebi “bölünme riski” olarak görüyorlar. Oysa bu talebi, -belki naif bir yaklaşım olarak görülebilir- politik ve maksimalist bir talep olarak görmek yerine “ Çocuk Hakları” kapsamında bir insan hakları talebi olarak görerek ilerlemek daha gerçekçi olabilir.
Yürümek ve ana dilini öğrenmek
Çocukların gelişim süreçlerine başvurarak söyleyecek olursak, doğumdan ölüme kadar her gelişim adımı insanda hem sevinç uyandırır, hem de bir kez kazanıldıktan sonra o kişinin bedeninin kalıcı özelliği haline gelir. Örneğin yürümeyi öğrenmek bebekler için büyük bir sevinçtir ve bir kez yürüyen çocuğu ne kadar zorlasanız yeniden emekletemezsiniz. Dil de insan gelişiminden böyle bir yetenektir ve bir dili anasından öğrenen çocuk onu yürümek gibi benliğinin bir parçası haline getirir. Bu yüzden de insanların dillerine yönelik baskılar benliklerine yapılmış gibi algılanır ve kendisi olmasına izin verilmediğinde çocukların gösterdikleri o güçlü direniş ile karşılanır. İyi ki böyledir, çünkü bu sayede insanlık kültürünün zenginliği korunabilmiştir. Uzatmadan söyleyecek olursak aslında yıllardır Kürtçe üzerindeki baskılar yürüyen çocuğun yürümekten vazgeçirilmesi gibi bir baskıdır ve bunun başarılı olması mümkün olmadığı gibi bir halkın toptan huzursuz olmasına da yol açmıştır. Bu nedenle de aslında Kürtlerle ilgili sorunu bir kimlik sorunundan çok bir “benlik” sorunu olarak düşünülebiliriz.
Kürt sorunu kendi içinde de problemli bir tanımlama, çünkü, “Kürt sorunu” derken aslında “ yalnızca Kürtlerin sorunu” ya da “Kürtlerin neden olduğu sorun” gibi alt söylemler de devreye giriyor. Aslında bu sorunun Türkiye sorunu olduğunu ve temelinde bir kaç yıl önce İlter Türkmen tarafından da dile getirildiği gibi Cumhuriyet’in Kürtleri asimile etme politikasının yattığını, bunun kendisini Kürtleri ve Kürt dilini ayrı bir varlık olarak görmemek olarak gösterdiğini ve bunun başlı başına her gün yaşanan bir manevi şiddet olduğu biliyoruz.
Nerdeyse unutuldu ama Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin Türkiye tarafından çekince konan 17 d ( Taraf devletler, kitle iletişim araçlarını azınlık grubu veya bir yerli ahaliye mensup çocuklarının dil gereksinimlerine özel önem göstermeleri konusunda teşvik ederler), 29 c (Taraf devletler çocuk eğitiminin, çocuğun ana–babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi amacına yönelik olmasını sağlarlar) ve 30. (Soya, dine ya da dile dayalı azınlıkların ya da yerli halkların var olduğu Devletlerde, böyle bir azınlığa mensup olan ya da yerli halktan olan çocuk, ait olduğu azınlık topluluğunun diğer üyeleri ile birlikte kendi kültüründen yararlanma, kendi dinine inanma ve uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz) maddelerinde anadilde eğitim dolaylı olarak da olsa bir çocuk hakkı olarak tanımlanıyor. Bir hakkın tanınması, neye yarayacağından ya da ne gibi riskler yaratacağından bağımsız bir konu ve esas olarak bu haklar insanlığın bütün zenginlikleri ile gelişmesi ve hayatın gereği olduğu için varlar. Ortaklığa varmak için, farklılıkları silmek ve saflık arayışı ile davranmak değil, tam tersine farklılıkları önde tutmak gerekiyor. Bunların ötesinde zaten Anadolu coğrafyasındaki dinamikler, Türkçe ve Kürtçenin birlikte yaşamasının mümkün olduğunu, anadilde eğitim hakkının ayrılıkçılığın değil, bütünleşmenin yararına olacağını gösteriyor. Bunun ötesinde bir dilin canlı kalması ve gelişmesi için eğitim dili olmasına ihtiyaç var. Son 10 yılda Kürtçenin serbestçe kullanılmasının önündeki engellerin kaldırılmasında görüldüğü gibi, bu tür adımlar atıldığında sanıldığı gibi “kıyamet de kopmuyor”. Kaldı ki Kürtçenin eğitim dili olarak kullanılması, eğitimin tümüyle bu dille yapılması anlamına gelmeyecek ve ülkemizin özelliklerine göre farklı modeller bulunabilecektir.
Barışı korumak için asimilasyondan kesin bir şekilde vazgeçilmeli
Günlük yaşamda benliğimizin zarı ile insanların arasında oluruz ve dünyanın ve durumların her birimizin içine farklı bir şekilde dolduğunu biliriz. Buna rağmen her birimizin diğerini kendisi gibi algıladığını sandığını ve dünyayı kendisi gibi görmesini istediğini, istemekten dayatmaya, zorlamaya geçilirse, barışın bozulduğunu da biliyoruz. Barış içinde büyümek, barış duygusu ile dolu büyümek için özerkliğimizin, özgünlüğümüzün, tekliğimizin algılanması ve hürmet edilmesi gerekir ve sevilmenin gerçek anlamı da budur. Örneğin bir çocuğun sınırları zorlanırsa, özerkliği görmezden gelinirse incinme ve gerginlik oluşur ve bunda ısrar edilirse gelişiminde kalıcı hasarlar oluşur. Bu nedenle “kimliğini ve farklılığını ortaya koymak bir vatandaşlık eylemidir”. Köylerde yaşayanlar bilir; kavgaların çoğu tarlalar sürülürken geçilen sınırlar nedeniyle çıkar ve çoğu zaman buna maruz kalanlar, bu “sınır ihlallerini” benliklerine yapılmış saldırı gibi algılar. Asimilasyon, sınırların geçilmesi, başkasının benliğinin yok sayılması demektir ve ana dilin özgürce kullanılmasının engellenmesi de aslında her bireyin benliğine yapılmış bir saldırı gibi algılanır. Bu her zaman, huzursuzluk ve şiddete neden olur.
Kürt sorunu, ancak asimilasyondan kesin ve içten bir şekilde vazgeçilerek çözülebilir; bunun en önemli göstergesi ise ana dilde eğitimi bir çocuk hakkı olarak görmek ve gerekeni yapmaktır.