19 Ağustos 2023

Bilirsiniz ki; biz çok güzel unuturuz!

O çok meşhur “incinmişsin” teşhisli sosyal medya videosundaki gibi “okumuş kadın” yorumu yapacağım size: Bu incinmişlik, bizim depreme neden yenildiğimizi anlatıyor. Konuyu tamamen yanlış anlama ve ters yola girme konusunda ustalık derecemiz var. Kendini savunmasız, güçsüz bulan incinmiş toplumlar böyle yapar çünkü…

6 Şubat Kahramanmaraş merkezli depremle ağır travma geçirdik. Haftalarca depremden başka hiçbir şey konuşamıyor, başka hiçbir şey düşünemiyorduk. Büyük mutsuzluğa mahkum olduk. Ağzımıza attığımız her lokmada mahcup oluyor, yaptığımız her şeyden, neredeyse yaşamaktan utanıyorduk. Kahrolduk! Çok kahrolduk… Değil mi? Neredeyse altı ay geçti üzerinden... Unuttuk da ama neredeyse, değil mi? Artık depremi konuşmuyoruz. İyi yapıyoruz tabii, sonuçta hayat devam ediyor yani, ilgilenmemiz gereken işlerimiz, bakmamız gereken çocuklarımız var! Değil mi? Bu travmayla ömür geçer mi

Bilirsiniz ki; biz çok güzel unuturuz!

Şimdi önümüzde bir deprem daha var. Deprem bilimciler çat çat çat söylüyor ki, yerimizden zıplayalım: Deprem mutlaka olacak, hem de çok uzak değil, yakın bir tarihte İstanbul’da çok şiddetli bir deprem olacak!!

Peki, biz ne yapıyoruz? Bunu da unutuyoruz!

Unutma eyleminin Nietzsche’ye göre sağlıklı bir eylem olduğunu söylemem lazım. Ama bir şartla: Esasen öğrenilmiş hiçbir şey gerçek anlamda unutulmaz, bellekte bir yerde kayıt sabittir. Kendinden intikam almak veya kendini imha etmek istemeyen bir bellek bu yüzden tek bir çareyle iyileşebilir: Olana, yeni bir gözle bakarak! “Biz sürekli aynı olaylara bakıp, aynı sorularla, döne döne aynı yanıtları veriyoruz ama” diyorsanız, demek hala Türkiye’desiniz, tebrikler! Mahfi Eğilmez’in dediği gibi, yaşıyoruz sonuçta; Batıda bilim kurgu olarak yazılan öyküler Türkiye’de gerçek yaşamın ta kendisidir. Fazla film izliyor, fazla gerçek yaşıyoruz zaten. Bu yüzden kafamız çok karışık.

Hepimiz -evet bilerek hepimiz diyorum- tabutlarımızda yaşıyoruz. İstanbul üzerimize çökecek. Ama yok, sanki dolar 30 TL olursa bir şekil bununla da yaşamayı öğreneceğiz gibi, İstanbul’da deprem olacak diyor, geçiyoruz. En iyi ihtimalin bile felaket olduğu bu ihtimali düşünmek istemiyoruz.

Dünyanın dört bir yanında fay hatları üzerindeki ülkelerde yapılan sosyolojik çalışmalar diyor ki; deprem yoksulları vuruyor. ‘99 depremi olduğunda ben İngiltere’de öğrenciydim. “Nasıl bu kadar insanın saniyeler içinde göçük altında kalmış olabileceğini” düşünmekten travmaya girmiştim. Etrafımdaki tüm İngilizler bana, anlaşmış gibi “e, az gelişmiş, yoksul bir ülkesiniz ya” diyorlardı üstten üstten, acıyarak... İngilizler böyledirler. Dünyayı az sayıdaki zenginler ve geri kalan fakirler olarak haritalandırdıkları için, öyle şak diye de yüzüne söyleyiverirler. Saatlerce hayır, fakir değiliz biz, fakir değiliz, diyerek tepindiğimi söylememe gerek yok sanırım. “Madem değilsiniz, binlerce insan niye öldü o zaman” sorusuna ver yanıt, bulabilirsen…

Peki ya İstanbul’da deprem olursa? İşte o zaman bugüne kadar yapılan tüm o sosyolojik çalışmaları, İngiliz bakış açısını falan ters yüz edeceğiz. Yazdık mı, tarih yazarız. Zira İstanbul’da bir deprem; zengin–yoksul ayrımı yapmayacak. Bu depremde hepimiz eşitleneceğiz. İstanbul’da bana kalırsa neredeyse hiçbir yerde güvenli değiliz. O kadar az binanın test sonuçlarını biliyor ve o kadar kısıtlı bilgilerle ilerliyoruz ki… Hadi binandan çıkmayı başardın, nerede hangi şartlarda ortada kalacaksın, belli değil!

Biz yakın zamanda bir deprem belgeseli çektik, İstanbul’un ara sokaklarında, en eski yapılarının arasında, ayakta zor duran binalarında, en lüks konutların, plazaların aralarında dolaştık. İçinde yaşayan insanlarla konuştuk. Sahaya çıkarken “Riskli bir binada neden otursun bile bile insanlar? Ya bilmiyorlar riskli olduğunu ya da mecburlar.” diye bir kanaatim vardı. Değişmedi elbet. Müteahhitle metrekare pazarlığı nedeniyle kavga eden, “yüksek derece riskli” olmasına rağmen evini terk etmeyen, doğrudan yıkıma engel olan insanlarla tanıştık. İki çocuğuyla taşınması için kira yardımı verilen ancak “Çıkacağım evin deprem güvenlikli olduğu ne malum” diyerek yıkılmak üzere olan apartmanında oturmayı daha akıllıca bulanları hayretle dinledik. Deprem riski incelemesi için gelen belediye ekiplerine kapısını açmayanları gözümüzle gördük. Bina riskli çıkarsa tahliye kararı verilir, bu karar verilirse nereye gideceğiz diyen insanların çaresiz bakışlarına tanık olduk.

Bir sorunu çözmenin tek bir yolu vardır; önce hatayı kendinde aramak, sonra çözüm üretmek, çözüm için de harekete geçmek/geçirmek... Ama elbette hiç kimse, bile isteye, her gün o anahtarı çevirip ailesiyle birlikte tabutlarının içine girmez. Bir kere çaresizlik hissi, haklı bir histir. Öyle üstten üstten “Her şeyi de devletten beklemesinler” diyebilmek, insan canı söz konusuyla, vicdansızlıktır.

Binası için riskli kararı verilmesine rağmen evini terk etmeyen biri ne dedi biliyor musunuz: “Depremin ben evdeyken olacağı ne malum? Çocuğum okulda olabilir, ben işte olabilirim, bir apartmanın altındaki banka şubesinde olabilirim. Hiçbir yer güvenli değil ki… Hiçbir çatının altı güvenli değil ki…” Bu konuda neden her şeyi önce devletten beklememiz gerektiğini anlatan daha iyi bir özet olabilir mi? Hiçbir yer güvenli değil diye düşünüyoruz zaten. Resmen intihar timi gibiyiz.

Çok meşhur bir sosyal medya videosu var. Hani bir adam, arkadaşına psikoloğa gittiğini söyleyince, “Ee ne dedi, teşhis ne?” diye soruyor, “Okumuş kadın tabii...” diye başlayıp, ikinci cümlesini argo içerik nedeniyle sansürlüyorum, “İncinmişsin dedi bana” diyor. Cuk diye yerine oturan bir küfürle birlikte okkalı bir bilimsel bir tespit var. İncinmişlik gerçekten bilimsel, derin, üzerinde çok çalışılmış bir kavram. Sosyoloji bilimindeki adı da; toplumsal incinmişlik... Tanımı çok net: Bir tehlike, bir sorun, bir engel var diyelim önümüzde, etkisini öngöremiyor, başa çıkamıyor, karşı bile koyamıyorsunuz.

Bu incinmişlik, bizim depreme neden yenildiğimizi anlatıyor. Yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz fena şeyler var. Mesela konuyu tamamen yanlış anlama ve ters yola girme konusunda ustalık derecemiz var.  Örnek mi? Yan sokaklarda sürekli kayboluyoruz. Neden –her şey tamam da bir tek o eksik gibi- en çok sarsıntı başladığı anda ne yapacağımızı öğrenmeye çalışıyoruz? Neden evimiz sağlam mı sorusundan çok yatak kenarı mı daha sağlam masanın altı mı tartışıyoruz? Kendini savunmasız, kendini güçsüz bulan incinmiş toplumlar böyle yapar da ondan. Okumuş olduğumdan durumumuzu böyle ifade ediyorum!

Descartes’i “Düşünüyorum o halde varım” sözüyle “iyi” biliriz. O aşamada kilitlendiğimiz için olabilir. Çünkü üç yüz yıl sonra Camus “düşünmenin yetmediğini” anlatmak için, “Başkaldırıyorum o halde varım” dedi, o aşama sıkıntı... Camus, “başkaldıran insan kimdir” sorusunu “hayır diyen, itiraz edebilen kişi” diye tanımladı dersem, sıkıntıyı anlamış oluruz. “Bu nasıl mümkün oluyor” sorusuna Camus, eğitimi işaret ediyordu. Bu yüzyılın başındaki Fransa’dan, sıçrayalım günümüz Türkiye’sine… Düşünen ve başkaldıran insana örnek verelim. Bir abi doldurmuş leğene toz deterjanı, kaşıklayarak gösteriyor kamerasına, bir yandan da "Şampuan olmuş 60 lira, gerekirse Tursille yıkanırız" diyerek övünüyor. Örnek bitti. Yorumsuz nokta.

Yeti yitimi” toplumsal travmalar ve incinmişliklerin sonucudur. Yani eğer duygularımız ve gücümüz kırıldıysa, konuyu tamamen yanlış anlayabiliyoruz. Mesela ben binamın kiriş sayısını biliyorum biliyor musunuz? İzolatörlerin ve amortisörlerin depremde nasıl çalıştığını biliyorum. Sarkaç gücünü anlatan videolar da izledim. Mesela perde duvar çok önemli, biliyorum. Bir mühendis arkadaşım, moment dayanımlı binaları anlattı. Enfes bir sistem, kirişler bükülüyormuş. Bir müteahhit de bana “Japonlar yapıyor valla” diye başlayıp, binaların titreşim hassasiyetini saatlerce anlatmıştı. Ne işime yarayacağı belirsiz bilgiler ansiklopedisine döndü kafam dedim, sonra gidip çay içtik.

Yanık kokusu çıkan bu kafayla ben Prof. Dr. Naci Görür hocanın karşısına oturdum belgesel için. Müthiş bir özgüvenle, fay tam nereden geçiyor, zemin nerede iyi, hangi semt güvenli gibi milyon kere sorulmuş en salak soruları peşi sıra patlattım. Naci Hoca yer mi? Üçüncü soruda patladı. “Sana ne” diye bir bağırdı bana, “Sana ne faydan, zeminden!.. Deprem bilimci misin sen, mühendis misin? Bu soruların hiçbiri sizi ilgilendirmez. Sizin bileceğiniz tek bir şey var: Deprem olacak. Binalar sağlam mı, herkesin ilgilenmesi gereken tek soru bu!”

Kusura bakmayın ama bana bağırmadı, hepimize bağırdı. Bu kadar soruyu birbirimize soracağımıza, bizi yönetenlere sorsak bir adımda çağ atlayacağız.

Benzer bir şoku bana mahallemdeki hırdavatçı da yaşatmıştı. Aylardan Şubat, kasanın önüne düdükleri yığmış, tanesi 20 TL’den satıyor. “Yok artık” dedim, “5 TL’lik düdüğe deprem zammı mı geldi?..”Müstahak bizeGöçük altında kalacağından o kadar emin ki insanlar, düdük gibi çare buldular” dedi. Hiç bu kadar keskin bir bağlantı kurmamıştım, evet düdük satın almak, “kesin göçük altında kalacağım, bari sesimi duysunlar” alışverişidir.

Sarsıntı başladığında bizi bu incinmişlik, bu körlük kurtarmayacak. Ama o videodaki abiden emin değilim. Deprem olursa, ben Tursille yıkanırım diyebilir, ona pek güvenemedim.

Geri kalanlar için çare belli. Tabuttan çıkmak! İyi şanslar dilerim!

Şükran Pakkan kimdir?

Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır.

Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülünün de sahibidir.

Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır.

Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir.

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yine ben, yine ben, yine ben!

Serenay Sarıkaya, peş peşe ödül almaya çıkınca 'Yine ben, yine ben, yine ben!' diye bağırmıştı kürsüden. Aradan sadece birkaç ay geçti ve şimdi herkes ona soruyor: “Hakikaten niye hep sen?”

O diploma bu eve gelecek

Özgür Demirtaş’tan Ziya Selçuk’a, Celal Şengör’den İlber Ortaylı’ya kadar, dönem dönem tekrar eden milli klişemizdir: Herkes üniversite okumasın... Ebeveynler bankadan kredi çekerek çocuklarını bir diploma sahibi yapmaya çalışırken, koca koca profesörler “Tabela üniversitelerine gideceğinize, hiç gitmeyin” diyorlar. Oldu. Âlâ…

Sen saçmalamıyorsun, biz nankörüz!

Üslup, Latincedeki "kazık, ucu sivri kalem" anlamına gelen stilus kelimesinden türemiş. Yani daha kökeninde hayır yok. Peki, bize kürsüden bangır bangır söylenen, kalbimize hançer gibi saplanan onca sözün genel bir üslup sorunu olduğunu söyleyen iletişim bilimciler mi haklı, yoksa her sözün kasıtlı, siyasetin de bir din olduğunu savunan siyaset bilimciler mi?

"
"