Belki Strasbourg’daki terör eyleminin ardından şiddet dozu yüksek gösterilere kalkışmanın eylemlere verilen desteği aniden yok edeceği kaygısı, belki de bir 1968’linin söylediği gibi Fransa’daki toplumsal olayların baharda başlarlarsa yaz tatili gelince, sonbaharda başlarlarsa Noel zamanı sönmeleri “geleneği” nedeniyle cuma günü için programlanan “sarı yelekliler” gösterilerine katılan sayısı bir hayli düşüktü.
Yeni bir kriz akabinde, “sarı yelekliler” ya da onlar gibi daha adil bir düzen arayışında olanlar, o günün gündemindeki bir hoşnutsuzluk ya da bir itirazın etrafında yeniden örgütlenerek meydanlara akacaktır herhalde. Sonuçta, “sarı yelekliler”i meydanlara döken, döküldükten sonra da Paris’teki eylemlerde yaşanan şiddete, Arc de Triomphe gibi bir “laik” mabet/anıtın kutsallığına kasteden vandallığa rağmen arkalarındaki desteği yükseklerde tutan sebep, toplumun kahir ekseriyetine hâkim olan rahatsızlık, itiraz ve yeni arayış haliydi.
Aslında daha 40 yaşına gelmemiş, siyasi kimliği olmayan bir Emmanuel Macron’u sıfırdan bir hareket yaratarak başkanlığa taşıyan da bu rahatsızlık, yerleşik düzene itiraz ve siyasi huzursuzluktu. Fransa’da merkez siyasetin kurumsal olarak hem sağda hem de solda çökmesinden yararlanan Macron, bir siyasi hareket yaratmayı, bunu partileştirerek Meclis’te çoğunluğu elde etmeyi başarmıştı. Kendi siyasal oluşumuna bir toplumsal taban yaratmakta ya da kendisine seçimlerde destek verenleri böyle bir toplumsal taban haline getirmekte ise başarısız oldu.
İzlediği politikaların en doğru politikalar olduğuna yönelik teknokratik inancıyla, ergenlik sonrasını psikolojik olarak aşamamış parlak çocuk kibri birleşince toplumun gündelik dertlerine yabancılaşmış bir profil çizdi. Politikalarına itiraz edenleri ya da istediği gibi davranıp konuşmayanları paylamaya kadar varan küstahlığı ve kibriyle, “Fransa’nın geleceğini kurması kendisinden beklenen genç, umut veren siyasetçi”den halkının taleplerine kulakları tıkalı yönetici sınıf temsilcisi konumuna gelmesi çok kısa sürdü. Daha olaylar başlamadan, kendisini tanıyan hemen herkes artık kimseyi dinlemediğinden şikayetçi oluyordu.
Özetle Macron, iyi anlamıyla siyasetçi olmayı beceremediği ya da bunu istemediği gibi, kendi kişiliğinin ya da narsisizminin de kurbanı olmuştu. Bu krizin onu daha farklı bir siyasetçi haline getirip getirmeyeceği ise henüz meçhul.
Macron’un, geçen pazartesi akşamı Fransız toplumuna, yüzünde acılı bir ifadeyle ve ıkınıp sıkılarak yaptığı konuşmayı 23 milyon vatandaş izlemiş. Macron’un samimiyetine kitleyi ikna ettiğini düşünen pek yok. Buna karşılık bütçeye 10 milyar Euro’luk yeni yük getirecek, bir dizi tedbiri açıkladı. Olayların patlamasına yol açan benzin vergisini hükümet zaten iptal etmişti. İzleyici sayısı Fransa’nın dünya futbol şampiyonu olduğu karşılaşmayı izleyenlerin sayısından yüksek. Buradan yola çıkarak Fransa’da çok temel konularda vatandaşın yöneticilerinden şeffaf bir yol gösterme talebinde bulunduğu, henüz sistemi tümden reddetmediği ancak adaletsizliği, “sarı yelekler”in maddi koşullarıyla ilgili rakamlarda çok net şekilde ortaya çıkan bir düzenin değiştirilmesini talep ettiğini ve etmeye devam edeceğini gösteriyor.
Son olaylar Fransa’nın ve Fransız toplumunun geleneğine çok uygun. İngiliz tarihçi E.P. Thompson’un tanımladığı “kitlenin ahlaki ekonomisi”, son kırk yıla damgasını vuran ve 2008 krizinin ardından, bu krizin yarattığı tüm iktisadi, içtimai ve ahlaki krize rağmen vazgeçilmeyen sermaye yanlısı politika tercihleri nedeniyle hemen her yerde, farklı siyasi tezahürlerle kendisini hissettiriyor. Bu siyasi sonuçların pek çoğu dünyada eşitlikle birlikte özgürlük de isteyenler açısından hayırlı sayılmaz. Bu nedenle Macron’un başarısızlığı, demokratik sistem içinde, demagojinin ötesinde çözümler aramak isteyenler açısından fazla arzu edilecek bir durum değil. Bu nedenle Fransız tarihçi Quentin Deluormez’in vurguladığı “demokratik tükenmişlik” halinin aşılması için yeni bir arayış içine girilmesine, siyasetin canlandırılmasına gerek var.
Amerikan ara seçimleri o ülkedeki âdem-i merkeziyetçi sistemin sağladığı avantajlarla bu konuda bir imkânın var olduğunu gösterdi. Avrupa’da da mayıs ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinden başlamak üzere benzer bir alternatifi aramaya başlamak, üretmek gerekiyor.
Bu bağlamda 21. Yüzyılda sermaye kitabının yazarı Thomas Pikkety ve arkadaşlarının kaleme aldığı “Avrupa’nın demokratikleşmesi için manifesto” başlıklı metnin analizlerine ve önermelerine iyi bakmak ve hayata geçirilmeleri için gayret göstermek gerekecek. Eğer kapkaranlık bir otoriter/totaliter gelecekten sakınmak isteniliyorsa başlangıç noktasının her şeye rağmen gene de demokratik enerjisini tümden tüketmemiş yerlerde aranmasından başka pek bir yol yok.