04 Kasım 2019

Berlin Duvarı’nın yıkıldığı zamanki iyimserlikle bugün Batı’ya hakim karamsarlık tezat oluşturuyor

Batı sisteminin başat devletlerinin Orta ve Doğu Avrupa’dan gelen taleplerin tam niteliğini anlamamış olduğunu söylemek mümkün

Gelecek hafta, 9 Kasım Cumartesi günü Türkiye’de ‘utanç duvarı’ diye anılan Berlin Duvarı’nın yıkılışının 30’uncu yıldönümü. Avrupa’daki ideolojik sistem bölünmesini sona erdiren, Avrupa Birliği projesinin genişlemeyle kıtanın geneline hakim olmasının önünü açan bu olayın yarattığı hava ve iyimserlikle bugün Avrupa’ya ve Batı dünyasına hakim olan karamsarlık büyük bir tezat oluşturuyor. Piyasa ekonomisi ve demokrasinin mutlu izdivacının mutlak ve sürekli kılınmasına yol açacağı düşünülen dönüşümün bugün vardığı noktada piyasa köktencisi bir kapitalizm anlayışıyla liberal bir toplumsal yapılanma hedefinin derin krizleri yaşanıyor.

Özellikle iki yıl sonra gerçekleşen Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte dünyanın kendi aynasında şekilleneceğine inanan Batı dünyası bugün ideolojik süngüleri düşmüş, ekonomik eşitsizlikler ve kültürel uçurumlar nedeniyle otoriter, yabancı düşmanı unsurları ağır basan yerelci bir popülizmin tehdidi altında. Uluslararası sistem içinde de Batı hegemonyası ABD’nin son 18 yıldaki söylemi ve izlediği politikalar kadar, 2008 finansal/ekonomik krizinin yarattığı derin sarsıntılar nedeniyle zayıflamış ve otoriter rejimlerin devlet kapitalizmine yanıt verecek enerjiden yoksun durumda. O günlerin ışıltısından bugünün karanlığına nasıl gelindiği, krizlerin nedenleri ve bundan sonrasının nasıl şekilleneceği, neler yapılması gerektiği hakkında kapsamlı bir tartışma bir süredir yapılıyor. Hayli değerli yazılar ve kitaplar çıkıyor. Bir şekilde bu tartışmaya ilişmek gerektiğini sanıyorum.

Doğu Almanya’da aylar süren gösteriler, Doğu Almanların bir yolunu bularak Batı’ya geçmelerinin engellenememesi, her türlü enerjisini tüketmiş bir rejimin Leipzig’de yapılan gösterilere karşı şiddet bile uygulayamayacak hale gelmesi 1989 yazında bir dönüm noktasına gelindiğine zaten işaret ediyordu. 9 Kasım gecesi yorgunluktan bitap düşmüş Günter Schabowski adlı bir yetkili kendisine yöneltilen “Doğu Alman vatandaşlarının seyahat serbestisiyle ilgili karar ne zaman uygulanacak” sorusuna “bildiğim kadarıyla hemen şimdi yürürlüğe girebilir” deyince Soğuk Savaş’ın bu en kötü namlı simgesinin sonu zaten gelmişti. Duvara akan Doğu Almanlar görevli askerlerin direnmesine rağmen sonunda öte tarafa 1961’den beri ilk kez serbestçe geçmişler, iki tarafın Almanları bu buluşmayı galonlarca bira içerek kutlamışlardı. Ardından da duvarın vatandaşlar eliyle yıkılması başlamıştı. Gerçi 1989’un simgesi Duvar’ın yıkılması idiyse de ondan önce yaşanan gelişmeler de bir devrin sonunun geldiğini gösteriyordu.

Tarihin ilginç cilvelerinden biriydi 1789’un, tarihçi Timothy Garton Ash’ın tabiriyle bir dizi “devriform” (refolution) sonucunda Leninist (Komünist) rejimlerin devrileceği yıl olması. O yılın simgesel sahibinin Fransa olması gerekiyordu. Fransız Devrimi’nin 200. Yılı kutlanacakken dünyanın önce doğusunda ardından Avrupa’da yaşanan kitle hareketleri bambaşka bir dönüşümün haberini vermeye başlamış, 1989 Fransız Devrimi’nin ikinci baskısı gibi görülebilecek olaylar ve gelişmeler sonucunda Orta ve Doğu Avrupa’daki rejimler yıkılırken Soğuk Savaş da fiilen bitmişti. Aslında, İngiltere’nin Kuzey Amerika’daki sömürgelerinde başlayan bağımsızlık savaşının sonucunda gerçekleşen, aydınlanma ilkelerinden beslenen, birey haklarını ve özgürlüklerini ön plana çıkaran Amerikan anayasal devrimiyle Fransız Devrimi, birlikte bir çağın ruhunu yansıtıyordu. Benzer şekilde Doğu Avrupa’da yaşanan da 1980’lerin başlarında esmeye başlayan ve bir tek ülke dışında demokratik dönüşümlerle sonuçlanan bir dalganın uzantısıydı.

İstisna olan ülke Çin’di.  Kendi çevresinde Güney Kore’den başlayıp Filipinler’le devam eden ve Tayvan’ı da saran demokratikleşme dalgasından hoşlanmayan Çin Halk Cumhuriyeti 1989’da Tiananmen Meydanı’nda somutlaşan ancak ülkenin başka önemli merkezlerinde de destek gören özgürlük talepleriyle karşılaşmıştı. Çin Komünist Partisi içindeki reformcu kanattan Yu Haobang’ın ölümü üzerine başını öğrencilerin çektiği, yolsuzluk karşıtı, daha fazla katılım talep eden bir grup Tiananmen Meydanı’nda toplanmaya başladı. Giderek kitleselleşen gruptan bazı öğrenciler Mayıs ortasında açlık grevine başladılar. Meydan’a Amerikan demokrasisinin simgesi sayılan Özgürlük Heykeli’nin bir kopyasını diktiler. Mayıs ayında Çin’i ziyaret eden Soğuk Savaş’ın kansız bitmesinin baş mimarı Sovyetler Birliği’nin reformcu Komünist Parti Genel Sekreteri Mikhail Gorbaçov göstericiler açısından bir “demokrasi elçisiydi”.

Tiananmen Meydanı’nın yeşerttiği umutlar, 20 Mayıs’ta ilan edilen sıkıyönetim ve ardından 4 Haziran günü yüzbinlerce askeri hem meydanda hem de Çin’in başka kentlerinde göstericilerin üzerine salarak katliam yaptıran yönetimin iradesiyle kurutuldu. Dünya o günden tankların önünde elinde naylon torbalarıyla duran kimliği bilinmez bir Çinli vatandaşın fotoğrafını hatırlarken Çin Halk Cumhuriyeti’nde 4 Haziran resmi kayıtlarda hep “olay” olarak kaldı. Anısı sildirilmeye, hafızalardan kazılmaya çalışıldı. Halen kaç kişinin o olaylar sırasında öldürüldüğü bilinmiyor. Eserleri Türkiye’de Sabancı müzesinde sergilenen Çinli muhalif sanatçı AI Weiwei bu durum karşısında şu soruyu soruyordu Tiananmen’in 30 yıldönümünde yazdığı yazıda: “Otoriter ve totaliter rejimler, hatta tüm iktidar yapıları neden olgulardan korkar? Bunun yegâne cevabı iktidarlarını adil olmayan temeller üzerinde inşa etmiş olmalarıdır”. Weiwei’nin duygudaşı Çek yazar Milan Kundera“İnsanın iktidara karşı mücadelesihafızanın unutmaya karşı mücadelesidir” diye yazmıştı. Wewei de “bireysel ve kolektif hafıza bir medeniyetin çok önemli bir parçasıdır. Geçmişin hatırasını kaldırmak bir kişiden kalan her şeyi silmek demektyir zira geçmiş bizim tek varlığımızdır” diye yazıyordu.

Çin Komünist Partisi Tiananmen direnişini/ayaklanmasını bastırırken yitirdiği meşruiyeti yeniden inşa edebilmek için toplumuyla bir mutabakat yaptı. Parti ülkeyi zenginleştirecek buna karşılık halk soru sormayacak, icat çıkarmayacak, oyun bozmayacaktı. Batı karşısındaki 100 yıllık ezikliğinin acısını çıkarmak için sabırsızlanan Çin yönetimi, Batı’nın ekonomik oyununun kurallarını sonuna kadar kendi lehine kullanarak Komünist Parti yönetiminde devletçi bir kapitalizm kurup bu mutabakatta kendi payına düşeni yerine getirdi.

1989 yılında Çin’in milli geliri yaklaşık 350 milyar dolardan ibaretti. 2018 yılında bu rakam yaklaşık 14 trilyon dolara ulaşmıştı. 2008’de cari rakamlarla dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelen Çin, IMF hesaplarına göre satın alma paritesi üzerinden 2014 yılının sonunda dünyanın bir numaralı ekonomisi haline de gelmişti. Sadece bu rakamlara bakıldığında Çin’in ekonomik küreselleşmeden en çok faydalanan ülke olduğu anlaşılır. Bunun gerçekleşmesini sağlayan ise 1989’un yaratmış olduğu müthiş zafer efsunlanmasının yani liberal demokratik kapitalizmin mutlak zaferine duyulan inancın özgüveni nedeniyle Batı’nın rehavetiydi. Madem ki bundan daha iyi bir sistem olamayacağı alternatif sistemler karşısında kazanılan zaferlerle kanıtlanmıştı, Çin’in de yolun sonunda varacağı nokta liberal demokratik bir kapitalizm olacaktı. 

Hayat farklı yönde aktı. 1989’un özgürlük arayışlarında Asya’daki dev bu meydan okumaya baskıyla, şiddetle ve otoriter kalıplar içinde kalarak ama küreselleşmenin tüm imkanlarından faydalanarak cevap verdi. Avrupa’da ise benzer bir meydan okuma karşısında, Gorbaçov’un Orta ve Doğu Avrupa rejimlerini silah gücüyle ayakta tutma politikasından vazgeçmesi nedeniyle artık Sovyet desteğinden de mahrum kalan çürümüş rejimler birbiri ardına döküldüler. Çin’in aksine Avrupa’daki komünist rejimler toplumdan yükselen taleplere cevap vermek zorunda kaldılar. Bugün geriye dönüp bakıldığında Batı sisteminin başat devletlerinin Orta ve Doğu Avrupa’dan gelen taleplerin tam niteliğini anlamamış olduğunu söylemek mümkün. Duyulan ve cevap verilen talep özgürlük ve piyasacı ekonomi veya tüketim ekonomisi idi. Duyulmayan ve ancak 20’nci yıldan sonra daha iyi anlaşılan ve daha güçlü bir damardan beslenen talep ise milli egemenlik talebiydi.

Gene tarihin bir ilginç tesadüfüdür ki, tankların Tiananmen Meydanı’na girip katliamları başlattığı aynı gün, yani 4 Haziran’da, Komünist dünyadaki ilk ve tek özgür sendikalaşma hareketi olan, liberal gündemli Solidarnosc (Dayanışma) sayesinde Polonya’da yapılan genel seçimlerde Komünist Partisi tarihin çöp sepetine atılıyordu.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Betül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi

"Bilmiyorum 12 Haziran 2013 gününden sonra başbakan kendi aldığı notları hiç okudu mu. Cumhurbaşkanı olarak Gezi konusunda sanki o toplantıda olan başkasıymış gibi konuşmalarına hep şaşırdım. Eminim ki bizzat o notlar, olayların nasıl başladığının, nasıl geliştiğinin ve hiçbir şekilde ne bir Osman ne bir Mine veya Çiğdem, ne bir Tayfun veya Can tarafından örgütlenmediğinin bir belgesi olabilir. Bizzat o notlar, masada bulunan başta başbakan bütün bakanlar kurulunun Gezi yüzünden mahkûm olanların suçsuzluğunu çok iyi bildiklerinin bir belgesi olabilir. Bilmiyorum o notlar resmi bir deftere mi yoksa özel bir deftere mi yazıldı ama Gezi konusunda hüküm veren herkesin okumasında fayda olduğuna eminim"

İlter Türkmen ve ben: Bir mekteplinin eğitimi

Dünyayı, dış politikayı ve diplomasiyi anlamaya çalışan bir “mektepli” olarak İlter beyden hiçbir okulda alamayacağım eğitimi aldım...

Sami Kohen’in ardından

Hiç birlikte çalışmamış olsak da Sami Bey yaptığı işe olan inancı, tutkusu, ciddiyeti ve işini yaparkenki disiplini, meslek ahlakıyla en derin ilham kaynaklarımdan birisi olmuştu...

"
"