Zaman gerçekten çok hızlı akıyor. Salı günü Çetin Altan’ı kaybedeli dört yıl olacakmış. Çetin Bey'in anılacak çok yanı var. Ama galiba en çok çalışkanlığına, Türkçe dilini güzel kullanmak ona kıvraklık katmak için verdiği emeğe ve ölünceye kadar çalışmasına saygı duymak lazım. Çok milliyetçi geçinenlerin Türkçe’yi her Allah’ın günü tahrip ettikleri, kendi dillerini düzgün kullanmayı umursamadıkları için onu fakirleştirdikleri, bilginin önemsizleştirildiği bir dönemde doğrusu çok arıyorum onun en bıkkın anlarında bile mesleğine gösterdiği titizliği.
Millet Meclisi’nde Adalet Partisi milletvekilleri tarafından linç edilmekten kıl payı kurtulan, 12 Mart’ta işkenceden geçen, bir dönem iş dahi bulamayıp rahmetli Abdi İpekçi’nin müstear adla yazmasını sağlamasıyla ekmeğini kazanabilen Çetin beyin, ölmeden önce, herhalde hastane yatağında yazdığı yazısı onun kişisel dramını yansıttığı kadar farklı bir Türkiye düşlemiş olan nesillerin de hayal kırıklıklarının bir ilanıdır.
“Torunlarımıza bırakmayı hayal ettiğimiz ülke bu değildi. Gene de bir hayal kırıklığı yaşamıyorum. Menzil-i maksuda ulaşılamasa da çok yol katettik. Bir ömür, sadece amaca ulaşmak için harcanmaz. O amaca doğru atılacak bir iki adıma yardımcı olmak için de harcanır” yazmıştı.
Karamsarlığı kendine yediremediği için de şunları eklemişti sonlara doğru: “Hayallerinizden, ümitlerinizden, mücadelenizden vazgeçmeyin. Amacınıza ulaşamazsanız da, bu amacı gelecek kuşaklara devretseniz de, kozmosla son hesaplaşmanızda, “daha iyi bir dünya için biz de fena mücadele etmedik” diyebilirsiniz. Bu da az şey değildir. Buruk da olsa, yorgun gözlerinizde bir tebessüm yaratır. O tebessümlerin çoğalması da elbet bir gün kurtarır bu ülkeyi.”
Ve belki de en çok hatırlanacak deyişiyle bitirmişti, inansa da inanmasa da:
“Enseyi karartmayın.”
Bilgelik döneminde tedavüle sürdüğü aforizmaları neredeyse atasözü haline gelmiş Çetin bey sağ olsa dünyada olup bitenlere neler derdi acaba. Hep inandığı gibi insanlığın ufak tefek gerilemeler yaşasa da geriye ya da kötüye gitmeyeceğini herhalde savunurdu. Bu inancın gerçekçi olması da gerekmiyor aslında zira son yazısında da dediği gibi amacınız uğrunda yaptıklarınız, yaşananlar da kıymetlidir.
Bugünün dünyasına baktığımızda bir yandan hayatımızı kolaylaştıran teknoloji şirketlerinin aynı zamanda hayatımızı kahredecek bir gücü ellerinde tuttuklarını görüyoruz. Üstelik tüm şirinlik gösterilerine rağmen acımasız şirket mantığıyla hareket edip, rekabeti kurutuyorlar. Dahası vergi vermemek için kırk türlü hileye, sahtekarlığa başvurdukları gibi ticari çıkarları gereği en baskıcı devletlerle işbirliği yapmaktan onların borusunu öttürmekten de geri kalmıyorlar.
Geleceğimize damgasını vuran bir yandan Orwell’ci (1984 romanı) diğer yandan Huxley’ci (Cesur Yeni Dünya Romanı) otoriterlik ışık hızıyla ilerleyen teknolojinin de yardımıyla üzerimize karabasan gibi geliyor. Devletler bu yeni teknolojilerden yararlanarak vatandaşların hayatlarının her anını takip edebiliyorlar, “Büyük Gözaltı”yı bir roman başlığı olmaktan çıkarıyorlar. Teknolojinin nimetleriyle efsunlanmış kitleler, mahremiyetin yok olmasından, kişisel verilerinin ticaret metaı haline gelmesinden rahatsızlık duymuyorlar. Tersine teşhir kültürü yaygınlaşıyor.
Vatandaşlık bilinci ve ona bağlı tepki verme enerjisi kâh bu tür kolaylıkların insanları rehavete sürüklemesinden, kâh baskıcı devlet, kâh işini kaybetme korkusundan ciddi şekilde erozyona uğruyor. Başka unsurların yanısıra bu durum da demokrasilerin krizine katkı yapıyor. Ne var ki otoriterliğin ekmeğine yağ sürecek bu gelişmelere paralel olarak demografik bir gerçeklik karşı yönde bir enerjiyi tetikliyor. Okumuş ya da değil kentli nüfus, üstelik hem orta sınıflar hem yoksullar toplumdan topluma değişen koşullarda ve nedenlerle isyan ediyorlar.
Dünya nüfusunun yarından fazlasının artık kentlerde yaşadığı, bu demografik gerçekliğin geri döndürülemeyeceği de belli olduğuna göre insanlığın toplumsal ve siyasal örgütlenmesinin geleceği kentlerde belirleniyor. Kentliler tüm rehavetlerine rağmen belli taleplerinden vazgeçmiyorlar. Bunlara yönelik taarruz arttıkça direniş de ona göre yükseliyor. Özellikle ekonomik ve toplumsal eşitsizliklerin çarpıcı boyutlara geldiği ya da seçkinlerin vurdumduymazlığıyla çürümüşlüğünün öfkeleri giderek bilediği dönemlerde devletin gücü toplumun enerjisini bastırmaya yetmeyebiliyor.
Bugün Şili’den Cezayir’e, Hong Kong’tan Lübnan’a, Sudan’dan Katalonya’ya bir isyan dalgası ortalığı kasıp kavuruyor. 2006-2014 arasında yaşadığımız, dünya ekonomik krizinden sonra yoğunlaşan ve aralarında Gezi’yi de sayacağımız kentli başkaldırı hareketleri geri gelmiş gibi duruyor. Geçen sefer siyasi gündem, talep, liderlik olmaması nedeniyle sonuç alamayan hareketler bu kez daha güçlü gibiler. Sudan gibi 1985’ten beri kendi halkının Darfur’da yaşayan Afrikalı kesimine soykırım yapabilen askeri ve İslamcı rejim altında yaşayan bu ülkede kimsenin beklemediği şekilde sivil yönetime geçilebildi. Bir zamanlar Türkiye’nin makbul ziyaretçilerinden olan soykırımcı Ömer el Beşir devrildi ve istiflediği onca parayı harcayamayacağı bir hapishaneye yerleştirildi.
Çürümüş bir askeri yönetimin bağımsızlıktan beri iktidarı bırakmadığı, en az 150 bin kişinin öldüğü vahşi bir iç savaşı atlatmış, halkıyla alay eder gibi yarı ölü bir yaşlı adamı Cumhurbaşkanı adayı gösterebilen yöneticilerin ülkesi Cezayir’de sokak gösterileri aylardır durulmuyor. Şili’de metro biletlerinin fiyatı artırıldığından, Lübnan’da WhatsApp mesajlarına vergi konduğundan, Katalunya’da siyasetçiler hapse atıldığından, kitleler her şeyi göze alıp direniyor.
Asuman Suner’in T24’teki kapsamlı dizisi “İlginç Zamanlarda yaşama laneti”nde https://t24.com.tr/haber/hong-kong-2019-yazi-cagimizin-paradoksu,840802 ilginç detaylarıyla bağlamını anlattığı Hong Kong’daki olaylarda geleceğe duyulan güvensizlik ve Çin’in artan baskıcılığının yarattığı korku direniş ruhunu körüklüyor. Bir zamanların paradan başa bir şey düşünmeyen şehir/ülkesinde dükkanlara zarar vermeden bir dava peşinde koşuluyor. Lübnan’da dün farklı din ve mezheplerin din adamları el ele yürüdüler. Mezhepçi/cemaatçi toplumsal örgütlenmenin en seçkin örneğini oluşturan ülkede insanlar kendi liderliklerine karşı çıktılar. Hizbullah bile, daha düşük seviyede bile olsa, çürümüşlüğüne ortak olduğu hükümetin icraatları nedeniyle kendi kitlesince protesto edildi.
Ülkeler içindeki eşitsizliklerin korkunç boyutlara geldiği, yönetici seçkinlerin kendi halklarının sorunlarını çözmek için gayret göstermedikleri, bunlara duyarsız kaldıkları, yolsuzluğun alıp başını gittiği durumlarda bu tür olaylara rastlamak şaşırtıcı değil. Orban’ın Macaristan’ında bile yerel seçimler müthiş bir toplumsal muhalefetin varlığını ortaya koydu. Yerelci, baskıcı ve pek çok yerde potansiyel olarak kan dökücü popülist liderler dünyanın çeşitli yerlerinde iktidara geliyorlar. ABD gibi bir ülkenin Donald Trump gibi bir başkanı var. Batı dünyası kendi eseri olan sistemlere inancını kaybetmiş gibi gözüküyor. Ne var ki bu düşüş anında çok çelişkili gözükecek şekilde Batı’nın değerleri, kitle bunu bu şekilde algılamasa ya da dillendirmese bile, toplumsal taleplerde kendini gösteriyor. Kentliler iyi yönetim, eşitlik, hesap verme, adalet ve katılım istiyorlar. Demokrasi talebi dinmiyor. Kendilerini hiçe sayan yönetici seçkinlerden kurtulmak, ya da onları hizaya getirmek hedefi her şeyin önüne geçiyor. Attila İlhan’ın Kurtlar Sofrası romanının sonunda Ümit’in hatırladığı, Mahmut’un sözünde olduğu gibi pek çok yerde kitleler, “memleket bir kurtlar sofrasına döndü mü isyan haktır” diyorlar.
Otoriterlikle hak arayanlar arasındaki bu mücadele herhalde uzun sürecek. Sermaye kesiminin bu seferki krizde otoriterliği mi, demokratik yönetimi mi tercih edeceği sorusu kadar, hızla dönüşen bir dünyada kaybedenlerin örgütlenmeyi ve taleplerini savunmayı becerip beceremeyecekleri sorusu da önem kazanacak. Mücadelenin kendisi bir iyimserlik kaynağı sayılabilir.
Kısacası, “enseyi karartmayın”.