13 Ekim 2019

Harekât sonrası için iki kritik konu: Kürtler-Moskova ilişkisi, IŞİD'in kontrolü

Türkiye'nin ABD'den ve Batı ittifakından kopuşu fiilen gerçekleşecektir

Her şey aslında oğul Bush yönetimindeki ABD yönetiminin Usame bin Ladin'in kurduğu tuzağa düşmesiyle başladı. 11 Eylül saldırılarını bir suç olarak görmek yerine bir savaş ilanı olarak kabul edince Amerikan devletinin güvenlik stratejisi "Terörle Küresel Mücadele" ilkesini merkeze aldı. Bu ilke/slogan yönetimde etkili olan Yeni Muhafazakarların kafalarındaki Orta Doğu düzenlemesini hayata geçirmeleri için de bir fırsat yarattı. 11 Eylül ile yakından uzaktan alakası olması beklenemeyecek Saddam Hüseyin'in Irak'ı bu olayda sorumlu gösterildi. Kitle imha silahlarına sahip olduğu gerekçesiyle de devrildi.

ABD bu haltı işlerken, uluslararası sistemin kurallarını zorladı veya ihlal etti. Müttefiklerine kabaca ve kibirle yaklaştı. Askeri gücünün stratejik/siyasi hedeflerini gerçekleştirmeye yeteceğini varsaydı. Irak Savaşı'nı başlatmadan önce kimsenin uyarılarına kulak asmadı. Amerikalı uzmanları dinlemedi. Kanımca bu savaşın ardından Irak'ta kendine bağlı bir rejim kurduktan sonra sıra İran'daki rejime gelecekti. Nitekim o günlerde Washington'da dolaşımda olan bir laf, "Bağdat'a herkes gider, harbi erkekler Tahran'a gider" idi. Irak Savaşı büyük bir fiyaskoyla sonuçlandığında İran'daki rejim devrilmemekle kalmadı, ABD sayesinde Körfez bölgesinin en güçlü ülkesi haline geldi. 2003 yılındaki nükleer program müzakerelerinde Amerikalılar makul bir tavır benimsemeyince Tahran'daki rejim uranyum zenginleştirmeyi hızlandırdı.

Irak Savaşı Arap dünyasını alt üst etti. Sünnilerin mutlak üstünlüğü üzerine kurulu düzen Irak'ta üstelik de İran'a yakın Şiilerin iktidara gelmesiyle sarsıldı. Körfez ülkeleri İran'ı dengeleyecek bir Irak kalmamasından dolayı yaşamsal bir güvenlik tehdidi hissetmeye başladılar. "Irak'a saldırma" diye uyardıkları ABD'ye bu nedenle daha fazla yaklaşmak zorunda da kaldılar. Irak'taki Baas rejimiyle birlikte Sünni iktidarın da yıkılmasıyla, Şiilerin yanısıra stratejik sahneye çıkan diğer grup Kürtler oldu. Irak federal bir devlet haline gelince 1991'deki Körfez Savaşı'ndan beri kendilerini yönetme yolunda epey mesafe katetmiş olan Irak Kürtleri, Kürdistan Bölgesel Yönetimi altında örgütlendiler.

ABD'nin Irak fiyaskosu bir yandan Washington'daki Orta Doğu'dan çekilme niyetini güçlendirirken diğer yandan da Arap dünyasını sarstı ve zayıflattı. İran'la birlikte Türkiye ve İsrail ise göreli olarak güçlerini artırdılar. Türkiye bölgeyle ekonomik entegrasyonunu derinleştirirken, bir yandan İran ile ilişkilerini düzgün şekilde sürdürüyor diğer yandansa İran'a karşı, özellikle Suriye'de ve Lübnan'da hem geliştirdiği bağlantılarla, hem de AB sürecinin verdiği ivmeye bağlı ekonomisindeki yükselmeyle daha etkili bir bölgesel güç haline geliyordu. İsrail açısından, başlangıçta Irak Savaşı'na pek sıcak bakmamış olsa bile, güçlü bir Arap devleti tehdit olmaktan çıkıyor, İran'ın yükselişinden irkilen Körfez ülkeleriyle yeni bir güvenlik anlayışı çerçevesinde yakınlaşmanın yolu açılıyordu.

Arap isyanları bu eğilimleri güçlendirdi. Kendisi de 2009 yılında seçimlere hile karıştırılması nedeniyle ciddi bir tehdit atlatan Tahran rejimi başta bu isyanlardan rahatsız olduysa da sonradan duruma uyum sağladı. Suriye'de rejimi ayakta tuttu. Obama yönetimiyle nükleer anlaşmayı imzaladı, Irak'ta hâkimiyetini sürdürdü. İsrail, Arap isyanlarının yarattığı dağınıklıktan yararlandı ancak kuzeyinde İran'ın güçlenmesinden büyük rahatsızlık duydu. İran tehdidi üzerinden Körfez'deki Arap ülkeleriyle ilişkilerini daha da sıkılaştırdı. Gerçi İran'ın Suudi Arabistan petrol tesislerini vurmasıyla birlikte yaşananlar, yani Riyad'ın Yemen'de barış arayışına girmesi, Tahran'a heyet göndermesi İsrail-Körfez güvenlik ekseninin geleceğini de belirsizleştirdi. Tel Aviv bir ölçüde yalnızlaştı.

Türkiye Arap isyanlarından da çok karlı çıkacak bir konumdaydı. Bu dönüşüm dönemini ihtiyatla değil, sınırsız ve doğrusu mesnetsiz bir ihtirasla yönetmeye kalktı. Halen sürdürdüğü Müslüman Kardeşler cephesi lideri olma arzusuyla Mısır'da Suudi destekli darbenin ardından devre dışı kaldı. Suriye'de alanın gerçeklerini doğru okuyamadı. İran ve Rusya'nın Esad'ı iktidarda tutma iradesini ya da bunu gerçekleştirme kapasitelerini küçümsedi. Somut durumu okuyamamakla kalmadı, yanlışlarından dönmedi.

Son harekâtın askeri hedefleri, olası sınırları hakkında çok şey yazıldı. Ancak PYD/YPG'nin etkisizleştirilmesi, alan hâkimiyeti sağlanırsa bir şekilde Suriyeli mültecilerin kuzeydoğu Suriye'ye gönderilmesi dışında siyasal olarak beklentinin ne olduğu tam açıklanmadı. Harekâtın Türkiye'yi hayli yalnızlaştırmasının, dış politikadaki maliyetinin ne ölçüde hesaplanmış olduğu meçhul. İşbirliği yapılan unsurların cihatçı kesiminin dünya kamuoyunca lanetliler sınıfında görülmesinin harekâta olumsuz bakışı pekiştirdiği de anlaşılıyor.

Daha da önemlisi bu harekâtın yapılış tarzı, buna yönelik tepkilere gösterilen karşı tepkiler ve söylemin şiddetine bakıldığında siyasi olarak stratejik Batılılıktan vazgeçmenin de hedefler arasında olup olmadığı, böyle bir olasılığın düşünülüp düşünülmediği, arzulanıp arzulanmadığı gündeme geliyor. Öylesi bir gelişmenin ülkeye yükleyeceği ekonomik, toplumsal ve stratejik yüksek bir fatura olabileceği henüz genel kamuoyunun dikkatini yeterince çekmiyor.

Bu fatura, yalnızca Amerikan Kongresi'nin Türkiye'yi cezalandırma niyeti, Avrupalı ülkelerin kınamaları ve silah satışlarını durdurmaları ile sınırlı değil. Batılı ülkelerden gelecek ve ülke ekonomisini de toplumsal sükûneti de hayli olumsuz etkileyecek yaptırımlar bir şekilde sineye çekilebilir. Ancak Rusya'nın ve İran'ın tavırları da harekât tamamlandıktan sonra muhtemelen bugünkü kadar yumuşak olmayacaktır. Türkiye'nin Astana sürecindeki ortakları olan bu iki ülkeyle Batılı ülkelerin bir ortak kaygıları var, o da IŞİD'in canlanması, diğer cihatçı unsurların Fırat'ın doğusuna da geçmeleri.

IŞİD meselesi, bu örgütün Türkiye'de gerçekleştirdiği korkunç eylemlere, iki Türk askerini diri diri yakmasına, resmi olarak onunla da savaşıldığı söylemine rağmen Türkiye'nin terörizm gündeminde diğer ülkelerdeki kadar önemli bir yer işgal etmiyor. Hatta Suriye krizi boyunca Türkiye'nin cihatçı unsurlara yönelik en azından rahat ve müsamahakâr tavrı saydığım tüm bu güçlerin yaklaşımından radikal şekilde farklı.

Rusya Devlet Başkanı Putin, Bağımsız Devletler Topluluğu Devlet Başkanları Konseyi'nde yaptığı konuşmada Suriye'de yenilen militanların başka bölgelere geçtiklerini belirterek bunların arasında BDT'nin güney bölgeleri olduğunu da vurguluyor. Putin Türkiye'nin harekât yaptığı kuzey Suriye alanının tutsak IŞİD militanlarıyla dolu olduğunu, bunların bugüne dek Kürt askerleri tarafından kontrol altında tutulduğunu hatırlatıyor ve ekliyor: "Türk ordusu bu alanlara girdi, Kürtler çıktılar. Buraları IŞİD militanlarının tutuklu oldukları yerlerdi. Şimdi etrafa dağılabilirler. Türk ordusunun buraları -ivedilikle- kontrol altına alabileceğinden emin değilim… Buralarda yüzlerce, binlerce militan var. Bu hepimiz için bir tehdit. Nasıl ve nereye gidecekler?.. Gizli servislerimizi bu yükselmekte olan tehdidi engellemek üzere harekete geçirmeliyiz."

Bunun ötesinde, yazıyı yazarken gelen bir haber Türkiye'nin çok önemsediği ve kendisine bağlı milislerce alınmasını beklediği Menbiç'te, Rusya ve ABD'nin anlaşarak, şehrin Suriye ordusu denetimine geçmesinin önünü açtıklarını bildiriyordu. Ankara'nın böylesine bir Moskova-Washington işbirliğini ne ölçüde kendi hesaplarına dahil ettiğini öğrenmek aydınlatıcı olurdu.

Tüm yaptırımlara rağmen stratejik gücünü koruyabilen İran ise Türkiye'nin güvenlik kaygılarını anladığını söylemekle birlikte bu sorunu aşmanın askeri yöntemlerle gerçekleşemeyeceğini savunuyordu. İran, İsrail'in de destek verdiği PYD/YPG'nin ezilmesinden memnuniyet duysa da TSK'nın Suriye'nin kuzeyinde, Fırat'ın doğusu ve batısında geniş bir alanı kontrol etmesini arzulaması ya da bunun kalıcı olmasını sindirmesi söz konusu olmaz. Ne var ki Moskova için de aynı yaklaşım söz konusudur. Durum böyleyse bir noktada Astana ortakları arasında sürtüşme kaçınılmaz demektir.

Bu arada şu noktanın da altını çizmek gerekir: ABD'nin Suriye'deki varlığının İran'ın hegemonyasını önleme amacı güttüğü göz önünde bulundurulursa Trump'ın çekilme kararı ve Türkiye'nin önünü açması İran açısından muazzam bir hediyedir. Tahran'ın Suriye üzerindeki etkisini muhafaza etmesi ise Ankara açısından arzu edilir bir durum değildir. Olası bir sürtüşmenin dinamiklerinden birisi de budur.

Türkiye ile NATO müttefikleri arasındaki ilişkilerin bu denli gerilmesi ve ABD Kongresinin yaptırım uygulaması ise Moskova açısından istediğini elde ettiği anlamına gelecektir. Yani Türkiye'nin ABD'den ve Batı ittifakından kopuşu fiilen gerçekleşecektir. O durumda da Rusya, Şam'daki rejimin ülkenin tümüne hâkim olması için "davetsiz" yabancı orduların Suriye topraklarından çekilmesini daha ısrarlı şekilde savunacaktır.

Bundan sonrasında iki konudaki gelişmeler Türkiye'nin harekât sonrasındaki konumunu belirlemede önem taşıyacaktır. Bunlardan birincisi Trump'ın terk ettiği ve korumayı bıraktığı PYD/YPG unsurlarının ve daha genel olarak Kürtlerin Moskova'dan destek görüp, Şam'la anlaşıp anlaşmayacaklarıdır. Diğeri ise Türkiye'nin IŞİD'in kontrolü ve baskı altında tutulmasında nasıl bir rol oynayacağıdır. Sahada askerler olduğu için bu harekâtın Türkiye'ye "barış masası"nda daha fazla güç kazandıracağını söyleyenlerin haklı olup olmadıkları bu gelişmelere bağlı olarak anlaşılacaktır.

Yazarın Diğer Yazıları

Betül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi

"Bilmiyorum 12 Haziran 2013 gününden sonra başbakan kendi aldığı notları hiç okudu mu. Cumhurbaşkanı olarak Gezi konusunda sanki o toplantıda olan başkasıymış gibi konuşmalarına hep şaşırdım. Eminim ki bizzat o notlar, olayların nasıl başladığının, nasıl geliştiğinin ve hiçbir şekilde ne bir Osman ne bir Mine veya Çiğdem, ne bir Tayfun veya Can tarafından örgütlenmediğinin bir belgesi olabilir. Bizzat o notlar, masada bulunan başta başbakan bütün bakanlar kurulunun Gezi yüzünden mahkûm olanların suçsuzluğunu çok iyi bildiklerinin bir belgesi olabilir. Bilmiyorum o notlar resmi bir deftere mi yoksa özel bir deftere mi yazıldı ama Gezi konusunda hüküm veren herkesin okumasında fayda olduğuna eminim"

İlter Türkmen ve ben: Bir mekteplinin eğitimi

Dünyayı, dış politikayı ve diplomasiyi anlamaya çalışan bir “mektepli” olarak İlter beyden hiçbir okulda alamayacağım eğitimi aldım...

Sami Kohen’in ardından

Hiç birlikte çalışmamış olsak da Sami Bey yaptığı işe olan inancı, tutkusu, ciddiyeti ve işini yaparkenki disiplini, meslek ahlakıyla en derin ilham kaynaklarımdan birisi olmuştu...

"
"