03 Ekim 2019

14 yıl sonra AB ve Türkiye

AB’nin geleceği önümüzdeki dönemde daha fazla tartışılacak ve muhtemelen yeni bir yapılanma şekillenecek

Dün, 700 küsur gündür tutuklu bulunan ve hakkındaki iddianame muhtemelen dünya yargı ve hukuk tarihine hukuk parodisinin mükemmel bir örneği olarak geçecek Osman Kavala’nın 62. yaş günüydü. Kavala, hakkındaki iddianameyi “fantastik bir kurgu” diye tanımlamıştı. Dostları, sevenleri bu yaş günü için bir kitap hazırladılar, elektronik ortamda mesajlar gönderdiler, gece de toplanarak hem yaş gününü kutladılar hem de 8 Ekim’de yapılacak bir sonraki duruşmada bu haksızlığın bitmesini talep ettiler. Allah’tan ya da yargıdan ümit kesilmez diyerek.

Bugünse iki siyasal gelişmenin yıl dönümü. 29 yıl önce Doğu ve Batı Almanya, Avrupalı devletlerin kaygılarına rağmen ABD’nin desteği ve Sovyetler Birliği lideri Mihail Gorbaçov’un onayıyla birleşmişti. Dönemin Alman şansölyesi Helmut Kohl bu adımı atarken, kaygılarını yatıştırmak istediği Avrupalı partnerlerine “Almanlaşmış bir Avrupa değil Avrupalı bir Almanya” istedikleri taahhüdünde bulunmuştu. Nitekim iki yıl sonraki Maastricht zirvesinden çıkan sonuçlar, Almanya’nın gurur sebebi olan kendi para birimi Mark’tan vazgeçerek Euro projesini kabullenmesi hep bu bağlamda gerçekleşmişti.

Almanyaların birleşmesi hayli maliyetli oldu. Geriye dönüp bakıldığında para birimlerinin eşdeğer sayılmasından, Batı Almanya’nın Doğu’nun sisteminden hiçbir şeyi almaya değer bulmayarak kendi sistemini toptancı bir şekilde dayatmasına kadar pek çok hata yapıldı. Doğu Almanya’nın en yetenekli, en iyi eğitimli ve piyasada en çok değer bulacak insanları Batı’ya göç ettiler. Geride bıraktıkları toparlanmakta güçlük çektiler. Bugün bile iki Almanya arasında gelir farkı yüksek, iki taraf bir uyum sağlayamadılar. Batı Almanya’nın aksine Komünist dönemde kendi Nazi geçmişi ile hiç hesaplaşmayan, ırkçılıkla mücadele etmeyen, demokratik bir eğitim sisteminden geçmeyen Doğu Almanya, birleşmiş ülkedeki ırkçı yahut göçmen düşmanı sağın da merkezi haline geldi.

Aşırı sağın yükselmesinde pek çok unsur etkili oldu elbette ancak birkaç yıl önce Leipzig kentinde dinlediğim Saksonya eyaleti entegrasyon bakanının sözleri bu yükselişteki hınç ve öfke unsurunun bir kaynağı hakkına zihnimi açan bir tespitte bulunmuştu. Bakana göre Doğu Almanlar entegrasyon sürecini bir “sömürgeleşme” süreci olarak yaşamışlardı.

Bu tema gelecek ay 30. yıl dönümü kutlanacak/anımsanacak Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonraki tarihi akışın muhasebesi yapılıp hangi konularda yanlış yöntemler benimsendiği, yanlış yollara sapıldığı tartışılırken de gündemde olacak. Ivan Krastev ve Stephen Holmes’in buldukları tanımlamayla “taklit etme zorunluluğu”(imitation imperative) genişlemenin ardından Orta ve Doğu Avrupa’nın entegrasyonunun tam sağlanmaması ve Viktor Orban gibi liderlerin yükselişinde önemli bir paya sahipti.

Türkiye’nin kitlesel olarak kilitlendiği ve bu kilitlenme nedeniyle müthiş pozitif bir enerjinin ülkeye yayıldığı AB üyeliği hedefi açısından da 3 Ekim önemli bir tarihtir. Avusturya’nın son dakika engellemelerini aşmak için kıyasıya süren pazarlıklar, dönemin AB Başkanı Britanya’nın büyükelçisi Peter Westmacott’un da olağanüstü çabalarıyla gecenin bir vakti aşılmış, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül Brüksel’e uçarak müzakereler resmen söz verildiği gibi 3 Ekim’de başladı denebilmesi için saatlerin durdurulduğu AB binasında masaya oturmuştu. 14 yıl önceydi. 14 asır öncesiymiş gibi hafızalarımızdan siliniyor.

Turgut Özal kimsenin beklemediği bir şekilde 1987 yılında AB’ye tam üyelik başvurusunda bulunduğunda hem iç kamuoyunu hem de o zamanki adıyla Avrupa Topluluğu’nu şaşkınlık içinde bırakmıştı. Kamuoyunda etkili kimi çevreler bu hamlenin ardındaki art niyeti derhal anlamışlar, Özal’ın bu hamleyi Türkiye’yi Batı’dan koparmak için yaptığını, çok iyi bilinen kül yutmazlıklarıyla   tespit etmişlerdi. “Takunyalı biraderlerin” büyüğü AB’den ret cevabı geleceğini hesaplamıştı ve bu cevap geldikten sonra artık Türkiye’yi Arap dünyasına yakınlaştırmasının önünde engel kalmayacaktı. Her zaman olduğu gibi o zaman da bu safsatalara derin analiz diye bakan ve ciddiyetle bunun hakkında yazanlar vardı.

1989 yılında yani Soğuk Savaş’ın bittiği, geleceğin henüz belirsizliğini koruduğu ancak Avrupa için kıtanın birleşmesi umudunun yeşerdiği o müthiş yılda AB Ankara’ya olumsuz cevabını verdi. Ne var ki bu cevabı verirken Türkiye’nin üyelik hakkına sahip olduğunu da teyit etmişti. Geriye dönüp bakıldığında, Türkiye 1990’ların karanlığından çıkılabileceğine dair bir umudu korumayı becerebildiyse bunda o hedefin bir ışık, o karanlık günlerden çıkabilmek için yaslanılabilecek bir dayanak olmasının payı büyüktü. AB’nin belli başlı üyelerinin Lüksemburg zirvesinde Türkiye’ye aday statüsü vermeyerek gösterdikleri husumet ve basiretsizliğe, kendi yöneticilerinin ikircikliğine ve hedef konusundaki ikiyüzlülüğüne rağmen toplum 90’lı yılların kabusundan çıkma umudunu kaybetmediyse hedefin varlığı ve o hedeften murat edilen ekonomik kazanç, demokrasi standartlarında yükselme, bir hukuk devletine kavuşabilme beklentisi bunda belirleyici olmuştu. 

1999’da Helsinki Zirvesi'nde nihayet adaylık konusu halledildikten ve özellikle 2001’den sonra reform paketleri birbiri ardına açılırken, üyelik süreci ülkenin müthiş bir enerji patlaması yaşamasına da sebep olmuştu. Hükûmeti kuran partinin iktidar olabilmek için reformları hızla devreye sokması, henüz parıltısı da bugünkü gibi sönmemiş AB’nin ilkeleri ve değerlerine ülkeyi yaklaştıracak gibi duruyordu. AB üyeliğinin gündemde olması, Türkiye’yi yatırım yapılır bir ülke kategorisine sokmuş, 11 Eylül’den sonra el Kaide distopyası karşısında laik, demokratik, NATO üyesi, AB’ye üyelik peşinden koşan, İslamcı partinin yönettiği bu ülke “medeniyetler savaşı”nın panzehiri diye el üstünde tutulmaya başlamıştı.

Elbette o günlerde Osman Kavala hakkında böyle bir iddianame yazılması, sudan sebeplerle insanların işlerinden edilmesi, ifade özgürlüğünün bu denli baskı altında tutulması, basındaki iktidar yanlısı tekelleşme ve tek sesliliğin alıp başını gitmesi akıllara gelecek gibi değildi. Bunların hepsi yaşandı ve Türkiye usul usul AB hedefinden de o hedefin simgelediği yönetim, hukuk ve siyaset anlayışından da uzaklaştı. Dahası bir zamanların ‘medeniyetler ittifakı’ projesinin eş başkanlığını üstlenen ülkesinde giderek kasırga gibi Batı düşmanlığı rüzgârları esmeye, kötücül bir ruh hali körüklenmeye başlandı. AB süreci başladığında, ülkenin demokratikleşmesinin bu hedefe bağlanarak ya da ancak bu sayede gerçekleşebileceğini savunanlara karşı çıkanlar, doğrusu çok da yanılmadılar. Esas iş içeride demokratikleşme arayışının gerçek, samimi ve sürdürülebilir olmasıydı. 

Dürüst olmak gerekirse Türkiye ile AB arasındaki yabancılaşmanın, ilişkilerin derin komada olmasının, karşılıklı güvensizliğin yarattığı zehirli havanın tek müsebbibi Ankara’daki yöneticiler değildi. Daha 2004’teki müzakere tarihi kararının mürekkebi kurumadan AB’nin önemli üyelerinde verilen sözden cayma eğilimleri güçlenmişti. Fransa’da Sarkozi, Almanya’da Merkel seleflerinin verdiği sözü tutma niyetinde olmadıklarını kendi üsluplarına uygun şekilde, yani birincisi olanca kabalık ve küstahlığı ikincisi ise daha yumuşak, kuralcı eyyamcılığıyla ilan etmişlerdi.

Üyelik sürecinin devam ettiği oyununu oynamak hem Ankara’daki iktidarın hem de 2008-10 krizinden sonra kendi derdine fena halde düşmüş AB’nin işine geliyordu. Öyle ki, 2010 referandumunda aldığı tavır başta olmak üzere AB’nin baştan savmacılığı, özel olarak da 15 Temmuz darbesi sırasında ve hemen akabinde üye ülkelerin yaşanan travmaya yönelik vurdumduymazlığı ülke kamuoyundaki moral otoritesini kaybetmesine de yol açtı. AB üyelerinin kamuoyları ise kötüleşen ekonomik durumlarından, ülkelerindeki terör eylemlerinden göçmenleri, mültecileri, Müslümanları sorumlu tuttukları ölçüde Türkiye’nin üyeliğine yönelik husumet de artıyordu.

14 yıl öncesinden çok farklı bir ortamda ve AB-Türkiye ilişkileri iklimindeyiz. ABD’nin Avrupa’dan tedrici çekilmesi Trump sonrasında da devam edecek gibi gözüküyor. Bu durumda Transatlantik ilişkilerin yeniden tanımlanması, Avrupa’nın güvenlik konularında kendi başının çaresine daha fazla bakmayı öğrenmesi gerekecek. AB’nin geleceği önümüzdeki dönemde daha fazla tartışılacak ve muhtemelen yeni bir yapılanma şekillenecek. Bu yapılanmanın herhangi bir yerinde Türkiye’ye yer olup olmadığı, üyelik dışında farklı formüller bulunup bulunmayacağı da ister istemez bu tartışmaların bir parçası olacak. Zira 60 küsur yıllık inişli çıkışlı, iki taraf açısından da riyakârlığı derin, samimiyetsizliği çarpıcı bu ilişkinin koparılmasının hiç de kolay olmadığı, dahası arzulanır olmadığı yeterince açık.

Türkiye açısından da AB ilişkisi he deyince vazgeçilecek bir ilişki değil. Türkiye, Cumhuriyet tarihinde hiç bu kadar güçlü şekilde Batılı kimliğini ve Batı ile ilişkilerini sorgulamadı. Stratejik anlamda Batı’dan kopma Suriye’deki gelişmeler nedeniyle neredeyse eli kulağında gibi duruyor. Mamafih, Batı’ya yönelik güvensizliğe, ülkede esen karanlık ideolojik rüzgârlara rağmen Türkiye toplumunun en dinamik şehirleri, kentli nüfusunun önemli bölümü hiçbir dönemde Batı ülkelerindeki siyasi değerlerle, özlemlerle, davranışlarla bu denli özdeşleşmemişlerdi. Yerel seçimlerin kanımca önemli mesajlarından birisi de buydu.

Üyelik hedefinin daha uzun süre gerçekleşmeyeceği belliyken komadaki bu ilişkileri öldürmek mi farklı şekilde yaşatmak mı gerektiği sorusu orta yerde duruyor. AB ülkelerinde Türkiye hakkında en ciddi analizleri yapanlardan birisim, Barcelona’daki CIDOB’un kıdemli uzmanı Eduard Soler i Lecha, yeni yayınladığı, “AB-Türkiye ilişkileri: mayınların yerini tespit etmek ve yeni yolları aramak” (EU-Turkey relations: Mapping landmines and exploring alternative pathways) başlıklı raporunda bu konulara değiniyor.  Vaşington’daki Center for American Progress adlı düşünce kuruluşundan Max Hoffman ve Michael Wertz de Alman Mercator Vakfı için yazdıkları “Türkiye’nin AB üyelik sürecinin askıya alınmasının sonuçları” (The effects of a suspension of Turkey’s EU accession process) başlıklı raporlarında gene ilişkilerin üyelik sureci dışındaki unsurlarını irdeliyorlar. Bir sonraki yazıda bu iki rapordan önemli bulduğum kısımları inceleyeceğim.

Yazarın Diğer Yazıları

Betül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi

"Bilmiyorum 12 Haziran 2013 gününden sonra başbakan kendi aldığı notları hiç okudu mu. Cumhurbaşkanı olarak Gezi konusunda sanki o toplantıda olan başkasıymış gibi konuşmalarına hep şaşırdım. Eminim ki bizzat o notlar, olayların nasıl başladığının, nasıl geliştiğinin ve hiçbir şekilde ne bir Osman ne bir Mine veya Çiğdem, ne bir Tayfun veya Can tarafından örgütlenmediğinin bir belgesi olabilir. Bizzat o notlar, masada bulunan başta başbakan bütün bakanlar kurulunun Gezi yüzünden mahkûm olanların suçsuzluğunu çok iyi bildiklerinin bir belgesi olabilir. Bilmiyorum o notlar resmi bir deftere mi yoksa özel bir deftere mi yazıldı ama Gezi konusunda hüküm veren herkesin okumasında fayda olduğuna eminim"

İlter Türkmen ve ben: Bir mekteplinin eğitimi

Dünyayı, dış politikayı ve diplomasiyi anlamaya çalışan bir “mektepli” olarak İlter beyden hiçbir okulda alamayacağım eğitimi aldım...

Sami Kohen’in ardından

Hiç birlikte çalışmamış olsak da Sami Bey yaptığı işe olan inancı, tutkusu, ciddiyeti ve işini yaparkenki disiplini, meslek ahlakıyla en derin ilham kaynaklarımdan birisi olmuştu...

"
"