04 Ekim 2024
Samuel Beckett’in Molloy’inde, ağlamak ve gülmek arasında ince bir çizgiden söz edilir; burada bir kadının köpeği ölür. Herkes kadının ağlamasını bekler. Nitekim kadın ağlar ama ağıtına kahkahalar eşlik etmektedir. Nasıl bir ağlamadır bu, bilinmez. Beckett’in yorumu şudur: “İrlanda tarzı.”
Anlarız, gülmenin ve ağlamanın bir kendine özgülüğü vardır. Herkes kahkahayı / gülmeyi çok kolay zanneder. Evet, rahatlamaya benzer bir şey vardır ama Kant, Yargı Gücünün Eleştirisi'nde kahkahayı, beklentiden ani bir şekilde hiçliğe dönüşümün sonucu olarak tarifler.
Bu şu demektir, rahatlamıyoruz, gülerek aykırı düşüyoruz. Freud, süper egoyu anlatırken, egoya dair baskıları gevşetmekten söz eder; ona göre bilinçsiz bir çabadan tasarruf ederiz ve bunun karşılığında onu şaka ve gülme şeklinde harcarız.
Dünya kadar mizah/ kahkaha, gülme teorileri vardır, üzerindeki insan sayısınca da çeşidi. Üstünlük, rahatlama ve uyuşmazlık ilk akla gelen teorilerdir. Demem o ki gülme o kadar da masum ve basit değildir: Gülmek ciddi bir iştir. Hatta güldüğümüzde birileri inciniyor olabilir. Biz rahatlıyoruz ama başkaları bunu hafiflik olarak yorumlayabilir. Üstelik gülmemizi alay, bizi de soytarı zannediyor olabilir.
Mizahın bir kendine özgünlüğü, Beckett’in deyimiyle bir tarzı vardır. Tarz, Cem Yılmaz’ın (2 Arada, 2023) filmi üzerinden söyleyecek olursak bize ait olandır; gemi çalışanlarının tümü yerlidir, her bir şeyleriyle bize ait kimselerdir; gülmeleri, ağlamaları hısım akraba kadar tanıdıktır.
Filme insan ve mekân üzerinden başlayabiliriz. Film sınırlı bir mekânda, gemide çekilmiştir; emsalleri de vardır. Burada sinema ve tiyatroyu bir arada tutmak, birini incitmeden diğerine geçiş yapmaktan söz edebiliriz. Örneğin John Steinbeck’in bir hikâyesinden yola çıkarak Alfred Hitchcock’un yaptığı film Lifeboat (1944) tek bir mekânda, kurtarma botunda geçer. Tek mekân ve sınırlı sayıda kişiyle çekilen filmleri, diğer filmlerden ayırt eden özellik şu olsa gerektir; bu filmlerde monolog ve diyaloglar fazladır ve pek çok şey, bu iki güzergâh üzerinden gelişir. Onlar birbiriyle, biz içimizden; onlar, monologlar kurar, biz biriyle konuşuruz; böylece filme dâhil oluruz. Bunun yanında sınırlı mekân, karakterleri ve izleyiciyi iki arada bir derede de bırakır, geçişler ararız. İzlediğimiz kişiler bizi kahkahaya boğduğu gibi aniden bir boşluk hissi de verebilirler: Merdiven boşlukları, yollar, koridorlar, odalar, gemiler, arabalar, hücreler bizi her zaman bir yere götürmez, huzur vermezler, bizi eşikte tutarlar, gerilim de cabası.
Cem Yılmaz, yaptığı filme Kara Komedi diyor. Nedir bu? Ciddi diye zannettiğimiz pek çok şey, burada mizahla ele alınıyor, hatta bazen mizaha, yazgı da eşlik ediyor; gülüyoruz, düşünüyoruz da… Bu özellik, en çok Doğulu kavimlere mahsustur. En iyi becerilerimiz arasındadır.
Beckett’in, Godot’yu Beklerken oyunundaki kemer sahnesiyle Cem’in gemisine binebiliriz artık: Adam tam kemerini çıkartıp kendini asacakken pantolonu düşer…
Mekân, Şehir Hatları’nın arabalı vapurudur. Buranın emektar çalışanları vardır; burası onların evi gibi olmuştur. Kahramanımız da on dört yıldır buradadır; burada yatar, burada yaşar. Bu gemi seksenlerde hayatımıza giren Aşk Gemisi değildir tabii ama kahramanımız kendisini Ayzek’e benzetmekle kalmamış, yolculardan bir sevgili de icat etmiştir. Böylece bir yandan bize Aşk Gemisi’nin başka bir formunu sunmuş, diğer yandan 80’li yıllara hoş bir selam çakmıştır. Metin sürekli Ayzek gibi hareket etmektedir. Oturması, kalkması, servis yapması, jest ve mimikleri odur Ayzek’tir, bizim Ayzek.
Bir an için filmden çıkıp yurdumuza dönersek bu başkası olma kendin ol! nasihati insanımızın katı yaşam gerçekliğine uygun değildir. Yabancılaşma teorilerinin deryasına dalmadan söylenecek yalın gerçek şudur: Türkiye emeği ile geçinmeye çalışanlar için bir cehennemdir. Dün de öyleydi, bugün de. Yarın böyle olup olmayacağı bahsi yazının sonundadır.
Aşk Gemisi, beş karakterden oluşuyordu: Kaptanımız, doktorumuz, veznedarımız, aşçımız ve barmeniniz Ayzek. Bunun yanında yardımcı kaptan ve kaptanın güzel kızı da vardı. Dizi, romantik komedi ve drama olarak 80’li yıllara damgasını vurdu. Bu dizide mürettebatın tümü beyazdı, sevimli, güler yüzlü, içli olan Ayzek hariç. Ayzek sadece yolculara bir şey ikram etmezdi, verdiği her şeye kendini de katardı. Böyledir yar böyledir, dert insanı eğdirir.
Bir yerin ötekisi olan herkes, eğer çeteleşememişse kibar, sevimli, sempatik olmak zorundadır! Bütün ülke anayasalarının ve Lozan’ın gizli maddesi budur.
Metin/ Ayzek karakteri, film örüntüsünün bağlandığı odaktır. Herkesin yüzeysel bir sevgi gösterdiği biridir ve bir tek şey ister: Bana saygı gösterin. Ayzek, Albert Camus’nün söylediği gibi korkuya dayalı bir saygıya bile razıdır neredeyse. İçtendir, içtenliğini karşı tarafta da görmek ister ve hiçbir insan, diğerinin aracı değildir onda. Herkes kendi olarak, işini yaparak karşıdakini eğer bir amaca dönüştürürse hiçbir sorun da çıkmayacaktır.
Ayzek’in tek kusuru vardır: Dişleri yapılsa, bu kusuru da yok olacaktır. Film boyunca, diş üzerinden hoş bir hikâye izleriz. Arkadaşları dalga geçer, alttan alır, “böyle daha güzelsin” derler. Kişi noksanını bilir. Nesnelerle ilişkisi bizim kadar sıkıntılı bir toplum var mıdır emin değilim. Nesne bizde, haşa Allah kıymetinde/kudretindedir.
Senaryo kuramında, incelikleri saymazsak, film birinin gelişiyle/gidişiyle ya da bir şeyin olup olmayışıyla başlar çoğunlukla.
Ülkemizin son 25 yılının trajik filmine Özelleştirme denilen yağma ile başlansa yeridir.
İşte 2 Arada filmindeki gemiye kara bulutlar, Mülakatçının (Ozan Güven) gelmesiyle çöker. Bir şey değil, birçok şey olmuştur. Üstelik biri de gelmiştir ve esas film başlar. Mülakatçı sorular sorar; gariban gemicilerin eli ayağı birbirine dolaşır. Vapur, başka bir şirkete satılacak, yani özelleştirme yağmasından nasibini alacaktır. Ayzek işsiz kalacaktır. Yalnız o değil, diğerleri de aynı korkuyu yaşarlar. Herkesin kalbinde korku, ağzında bir mülakatçı vardır. Özelleşmeyle giden sadece devlet değil, yasal hakları ve güvenceleridir de. Ayzek, yeni gelene tabi olmaya hazırdır ama ya eksik dişler?! Neo Liberal sistemin yakıtı kaygı ve paranoyadır. En çok da garibanlar nasibini alır. Ayzek’te de gelişir. Diş için para biriktirmiştir, 3 bin 800 lira.
Cuma günü gelip, çatar. Diş randevusuna gideceği sıra doktoru arar. Doktoru döviz kurlarına göre diş parasının yükseldiğini söyler; 200 lira eksiği vardır. Sağlığımız kurlara göre biçim almıştır. Yapacak bir şey yoktur. Gemiyi özelleştiren, sağlığı da hasta ekseninden çıkarıp müşteri eksenine çoktan oturtmuştur. Aynı gün vapur sinemacılara kiralanır, Ayzek de karaya çıkacak, dişçiye gidecektir. Her tarafta kameralar, asistanlar vardır. Bir film çekilecektir. Rol icabı bir oyuncu çay servisi yapacaktır ama bir türlü beceremez. Yönetmen kalayı basar: En son hangi filmde oynadın? Yanıt: Annemin Yarası! Set görevlisi Ayzek’ten oynamasını ister. Ayzek, pazarlık yapar: 200 lira, bir de kırmızı ceket.
Kura göre değişen diş fiyatı ve sinema sektörünün hali paralel gelişir.
Ayzek, diş randevusuna gidemez ama rolün hakkını verir. Bu arada rol icabı, vapuru su basar; sel, can yelekleriyle önlenir. Oysa can yelekleri sel baskını sırasında insan içindir. Ayzek’in bin bir emekle biriktirdiği, her gün saydığı, can yelekleri arasına sakladığı paralar da kaybolur. Ayzek, herkesle kavga eder, herkesten şüphelenir. Sinemacılardan biri, fularlı olan, böylece tip olarak kendini gösteren ama içi boş yönetmen züppece konuşur: “Kim ne yapacak bunun parasını.” Kaptan yatıştırmak ister, arkadaşları yatıştırmak ister ama Ayzek, hırsını alamaz. Tuvalete gider, elini yüzünü yıkar. Kaptan, kahve istiyor, geç kalmaması gerek.
Artık Ayzek’in vapuru yaşadığı memlekettir. Filmin yarısı geride kalmıştır. Bundan sonra başka bir Ayzek karşımıza çıkar.
Yükselmek, alçalmayı gerektirir, bunun için yapılacak tek şey, ispiyondur. Mülakatçı da zati orda geziyor, bilgi topluyor; sürekli sakız çiğniyor, hiç konuşmuyor, bakarken yüzünde şeytani bir gülümseme var. Herkesi paketleyecek olan odur. İyi insan olmak, işini yapmak, hakkıyla çalışmak diye bir şey yoktur. Ya bu adamın/sistemin gözüne girip herkesi gözden çıkartacaksın ya da bu adam/sistem seni gözden çıkartacaktır. Bu adamın gözüne girmek, herkesi gözden çıkartarak ipleri eline almakla mümkündür. İyi insan, güzel insan Ayzek, kendinden başka kimseyi sevmeyen, kişiliksiz, menfaati için herkesi harcayan birine döner; Alex olur. Üstelik gerekçesi de vardır, parası çalınmıştır. Tek sanatı vardır artık, ispiyon, dedikodu ve iftira. Kurumlar zaten böyle ayakta kalır, partiler böyle ayakta kalır ve hatta memleketimiz böyle ayakta kalmıştır. Mülakatçı da ilginç biridir zaten. Narsisttir, kendi dışında kimseyi görmez, verilen görevle, küçük vapuru narsist krizlerinin uygulama alanına çevirir; ilkesi de şudur, kim ona yalakalık ederse, bu gemide o yükselecektir. Biri diğerinin ipini çekerek yaşayacaktır.
Ayzek’in bir yerden başlaması gerek. Kaptana kahvesini götürüyor. Kaptan, Aşk Gemisi’nin kaptanı gibi ilk yudumu almak için denize dönüyor yüzünü. Ayzek, kaptanın pahalı kaşlı altın yüzüğünü çalıyor, satıyor. Kim çaldı bilinmiyor, Ayzek, tuvalete düşürdü diyor. Diğer biri başka bir şey söylüyor. Mesele kapanıyor. Ama herkes parasını kaybeden Ayzek’in, bir anda yapılan dişlerine hayret ediyor. Ayzek, bunlar “geçici” diyor. Nefesi sevinçle çıkıyor. Çehresi bir anda değişiyor. Gül gülistan olan vapur birden cehenneme dönüyor: “Vapurda yanlış işler oluyor.”
Burada mülakatçı devreye giriyor. Soru: “Bu gemide hiç mi o***** çocuğu yok?”
Ayzek, diş bilediklerini, hırsızlıkta onu ima edenleri not etmiş: Biri vapurda tütün satıyor, biri kaşarı bilmem ne yapıyor.
Burada yıllarca beraber çalıştığı iki arkadaşının işine son veriliyor. İspiyon sonucu Ayzek yükseldikçe yükseliyor. İlk başta vapur büfesinin başına getiriliyor, sonra kaptanlığa kadar yükselecektir. En yakın arkadaşlarından biri olan çarkçı Salih Usta, içki içip olan bitene hayret ediyor ama Ayzek, onu dinlemiyor, “her sarhoş kendini Neyzen sanır.” Ayzek, bir iç hesaba girmiyor, vurdukça/ ispiyonladıkça yükseliyor, üstelik kusur gördüğü dişleri de var, küçük adam rütbelerle daha da küçülüyor, farkında değil; herkesin hayatı bir telefonun ucundadır. “Metin Bey, dalgalarla gülümsüyor muyuz?” Ayzek, dalgalarla gülümsüyor, giderek tek adam oluyor: Kaptan, geminin anahtarını ve ruhsatını veriyor. Kaptan yoktur, dümen Ayzek’tedir.
Filmde hoş bir aşk da vardır. Ayzek, her gün okul servisine binen Songül’e aşıktır. Songül’de onunla dalga geçer, sever gibi görünür, “aşkım” der arada. Ayzek, saftır, inanır, diş sorununu çözse Songül işi de tamamdır. Songül, bir arkadaşıyla Ayzek’in fotoğraflarını çeker, ama bu fotoğraflar dalga geçmek içindir. Ayzek, aşktan sanır. Onun için özel tostlar hazırlar, bol kaşarlı… Bunu hiç ihmal etmez. Sonra bir gün Songül, Ethem’le nişanlanır. Songül bunu tek taş yüzük nedeniyle kabul etmiştir. Ayzek, bugüne kadar almadığı bütün tostların parasını isteyecektir yüreğinin ateşiyle ama nafiledir. Son gül açılmadan kapanmıştır. Araya bir hayli zaman girer. Ayzek kaptan olur ama gemide kimse yoktur. Ne arkadaşları ne yolcular. Bir tek o ve Songül kalmışlardır. Songül, evlenmiştir ama Ethem onu döver. Şimdi, iskelede onu bekliyordur. Kaptan Ayzek, Sirkeci’ye doğru yol alır, parola: Bekle’dir.
Müthiş bir yağmur yağıyor. Tıpkı Ayzek’in bütün parasını çalındığı günün yağmurudur; sicim dense yeridir. Vapur, iskeleye varır varmaz, Ayzek ve Ethem, karşılaşır. İkisi birbirini öldüresiye döver, Ayzek, altta kalmıştır. Çırpınır. Yerde kendini koruyacak bir tek tirbuşonu kalmıştır. Elini uzatır, tutar ve Ethem’e öldürücü darbeyi vurur. Dalgalarla gülümseme yerini “Dalgalarla Mücadeleye” bırakmıştır ama Songül ağlar, Ayzek, katil olmuştur. Kim olsa bunu yapar. Ayzek böyle savunur ama Songül, “sen herkes misin” diye söylenince Ayzek, kendine gelir. Anlarız, kötü olmak elimizdedir, Ayzek, o adam değildir, kötü değildir…
Bereket bütün bunlar, kaptan kahve isterken, Ayzek tuvalete giderken ve parası çalınırken bir an Ayzek’in aynaya bakarken duyduklarıdır… Seviniriz, komedi budur, asla kötüye pay vermemek ama kötüyü göstermekten de kendini alıkoymamak.
Yabancılaşma olgusundan bahsettik. Ansiklopedik düzeyde özetlersek:
Antik dönemdeki aşkınlık haliyle tanrı(lar)ya ulaşma, bir olma belirlemesi Hegel’in görgüsünde bizatihi yaratanla ayrışmaya dönüşmüş. Marx da baş aşağı olan bu belirlemeleri ayakları üzerine şöyle dikmiştir. Üretim eyleminin, üretim etkinliğinin işçiye yabancılaşması; işçinin üretim sürecindeki yabancılaşmasıdır. Sömürü mekaniğini anlamaya ve anlatmaya kalkışan herkesin derinlikli bir mola vermesi ve sindirmesi gereken yer burasıdır. Cem Yılmaz bu filmiyle, slogan kolaycılığına kaçmadan, yakın dönem sinemamızın en nitelikli birkaç emek/emekçi filminden birini yapmıştır bana göre. Emeğine sağlık, zihnine bereket.
Peki emek örgütleri, sendikalar bunun farkına varabilmiş midir? Bu nitelikli çabayı cesaretlendirmek, yaygınlaştırmak, tartıştırmak bahsinde bir adım atılmış mıdır? Cevabı bende yok maalesef.
Film hakkındaki değerlendirmelere baktım. “Güldürmüyor!” tadında çoğu…
İki sonuca varılabilir:
İlki, Cem Yılmaz “Güldürme” sancağını o kadar yükseğe çakmıştır ki beklenti sancaktan bile yükseklerde bir yerdedir.
İkincisi, belki de bu film, bizim kederlenmemiz için yapılmıştır.
Keşke emeğinin hakkını, alnının teri kurumadan verebilseydik.
Sırrı Süreyya Önder kimdir?Yönetmenlik, senaristlik ve yazarlığın yanı sıra çok sayıda film ve dizide rol alan, hâlen TBMM Başkanlık Divanı’nda İstanbul Milletvekili olduğu DEM Parti’yi TBMM Başkanvekili olarak temsil eden Sırrı Süreyya Önder, 7 Temmuz 1962’de Adıyaman’da doğdu. Berber ve arzuhalci olan babası, 1960'lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi'nin Adıyaman’da kurucusu ve il başkanı oldu. Sekiz yaşındayken babasını kaybetti, annesi ve dört kardeşi ile dedesinin evine taşındı. Bu dönemde bir fotoğrafçıda çırak olarak çalışmaya başladı. 16 yaşını bitirdikten sonra Sıtma Savaş ve Eradikasyon Teşkilatı'na mevsimlik işçi olarak girdi. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Milliyetçi Cephe Hükûmeti döneminde bu işini kaybetti, lastik tamiri dükkânı açtı. 1978 yılında Adıyaman Lisesi'nde ikinci sınıf öğrencisiyken Maraş Katliamı'nı protesto ettiği için tutuklandı. Tahliye edilmesi ve lise mezuniyetinin ardından girdiği üniversite sınavında ilk tercihi olan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni (Mülkiye) kazandı. 12 Eylül 1980 darbesinin ardından ilk tutuklama dalgasında Ankara’da gözaltına alındı, işkenceli sorguların yapıldığı Ankara Emniyet Müdürlüğü DAL (Derin Araştırma Laboratuvarı) biriminde 105 gün tutuldu. Çeşitli cezaevlerinde yedi yıl hapis yattı. Mayıs-Haziran 2013 Gezi Parkı direnişi sürecinde biber gazı fişeğinin isabet etmesi sonucu yaralandı. ‘Dolmabahçe Mutabakatı’ ile sonuçlandıktan sonra rafa kaldırılan Kürt sorununa çözüm sürecinde aktif rol aldı. 2013 yılında Nevruz kutlamaları sırasında yaptığı konuşma nedeniyle 3 Aralık 2018'de 43 ay hapis cezasına çarptırıldı. 6 Aralık 2018'de Kocaeli Cezaevi’ne girdi. Anayasa Mahkemesi'nin “ifade özgürlüğünün ihlal edildiği” kararı üzerine 4 Ekim 2019'da serbest bırakıldı. BDP'nin desteklediği bağımsızlardan oluşan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku içinde katıldığı 2011 genel seçimlerinde, İstanbul 2. Bölge’den milletvekili seçildi. 2014 yerel seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adayı olarak yüzde 4,8 oy aldı. HDP saflarında katıldığı Haziran 2015 ve Kasım 2015 genel seçimlerinde Ankara 1. Bölge’den milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. TBMM’de 24. Dönem İstanbul, 25 ve 26. Dönemlerde Ankara Milletvekili olarak görev yaptı. 2023 Türkiye genel seçimlerinde DEM Parti listesinden 28. Dönem İstanbul Milletvekili seçildi ve TBMM Başkanvekili olarak TBMM Başkanlık Divanı’na girdi. 17 Mart 2021'de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Anayasa Mahkemesi’nde açtığı HDP’yi kapatma davası kapsamında hakkında beş yıl siyaset yasağı talep edilen isimler arasında yer aldı. Kobani olaylarından yıllar sonra açılan Kobani davasında yargılandı ve Mayıs 2024’te hakkında beraat kararı verildi. Ödüllü yönetmen, senaryo yazarı, oyuncuÇok sayıda film ve dizi için senaryo yazan ve senaryo danışmanlığı yapan, rol üstlenen Sırrı Süreyya Önder, Adıyaman’daki yerel müzisyenlerin (gevende) hayatı üzerinden 12 Eylül darbesinin sıkıyönetimini anlattığı Beynelmilel filmi ile büyük yankı yarattı. Senaryosunu yazarak yönettiği ve Türkiye’de sinema tarihine geçen Beynelmilel filmi Uluslararası İstanbul, Ankara, Altın Koza film festivallerinde, Hindistan ve Pakistan’da çok sayıda ödül kazandı. Yönetmen, senarist, senaryo danışmanı ve oyuncu olarak Emret Komutanım (senarist), Kalpsiz Adam (senaryo danışmanı), Sis ve Gece (oyuncu), Mutluluk (uyarlama), O... Çocukları (senarist), Zombilerin Düğünü (oyuncu), Ejder Kapanı (oyuncu), Mar (oyuncu), Yeraltı (oyuncu), F Tipi Film (ortak yönetmen, senarist), Düğün Dernek (oyuncu), Ferahfeza (oyuncu), İtirazım Var (senarist, oyuncu), İçimdeki Ses (oyuncu), 14 Tirmeh (oyuncu), Manyak (oyuncu), Taş Yok Mu Taş (kısa film; yönetmen, senarist, oyuncu) projelerinde yer aldı. Radikal İki, Birgün ve Özgür Gündem’de köşe yazdı. |
Kuyu, kazdıkça kendilerini bulacakları tek mekândır. Ama kuyunun kadimden gelen bir vasfı daha vardır ki o da ‘zindan’dır. Ben, tek kişilik F Tipi bir kuyuda, bu filmi yarım yamalak görerek çokça dinleyerek bunları düşündüm. Gerçekliği böyle midir hiç önemi yok ama Sinan’ın annesinin dile dökülmeyen ah’ı kulağımdan gitmedi
“Yarabbi! O gün çocuklar cezaevine gelmese de Ahlat Ağacı’nı bir dinlesem" dedim. Filmi izledikten birkaç gün sonra bir gün “Görüşçün var” dediler. Görüş kabinine girdiğimde, karşımda Nuri Bilge Ceylan, Reis Çelik ve Mehmet Eryılmaz duruyordu. Ben o kadar da polat yürekli biri değilim. Ağlamamak için zor tuttum kendimi
Ghobadi, insanı, insanlığı mutsuz eden savaş vahşetinin filmlerini yapıyor. Sakat çocuklar, mayınlar, yakınlarını kaybetmiş insanlar, geleceği belirsiz haritalar işleniyor filmlerde; bu olumsuz, bu kötü koşullara rağmen özel dünyaların altını çiziyor Ghobadi, kendine has, içinde bizim olduğumuz bir dünya
© Tüm hakları saklıdır.