09 Mart 2021

Siyah ne renk?

Çağrışımla seni geriye doğru götüren ne çok görüntü var. Bu arada görüşün iki yanlılığı olduğunu da unutmuyorsun. Gördüğün fotoğraftaki kadınların da seni gördüğünü mesela. Nietzsche'nin dediği gibi, "Uzun süre karanlığa bakarsan, karanlık da sana bakar"

Göze değen her şey bir renk alır. Çünkü içimizde ona denk gelen bir yer vardır. Renk tam olarak orada var olur ve tonlarına ayrılır. Ve biz her birine farklı anlamlar yükleriz; siyah yas, kırmızı sevgi, mavi özgürlük, beyaz masumiyettir.

Şaşırtıcıdır renkler. Dönüşümü hiç umduğunuz gibi olmaz çoğu kez. Bir renk, bir içerik kazanıp devinime geçince renk olmaktan çıkar. Ne beyaz ne siyahtır artık o. Tanımsız, söze sığmayan bir şey olur. Bir his belki, bir ağırlık, bir hacim, bir geri çağırma. Siyah, siyah olmaktan çıkar kısaca. Birikmiş bir duygu, bir imgelem haline gelir. Çağrısıyla geriye koşturur sizi.

Renk bir görüntüdür aynı zamanda. O görüntü siyah beyaz bir fotoğraf da olabilir. Şimdi elinde tuttuğun o fotoğraftaki kadınların görüntüsü gibi. Siyahlar içinde hepsi. Bozkırda. Yürüyorlardır. Seninse zihnine aynı anda büyüleyici bir hızla çağrışımlar doluyor. Sadece o da değil, peşi sıra ses de eşlik ediyor görüntüye. Rüzgârın uğultusudur muhtemelen. Sesle birlikte başka algıların da açılıyor. Koku örneğin. Rüzgârla gelen o koku. Anneanneni anımsatıyor sana; cebinde taşıdığı elma kurusunun mayhoş kokusunu. Boncuk mavisi gözlerinin ışıltısı kokuyla birlikte belirginleşiyor. Silueti bütünüyle önüne dikiliyor. Siyaha bürünmüş bedeninin kokusu o elma kurusunun kokusuyla bütünleşiyor anında. Teninde birikmiş, bütün bir tarihin; yasın, ölümün, Re'ya hakk sırrının, duvazın, fısıltının, korkunun, öfkenin kokusu da. Rüzgârın taşıyıp sana kadar getirdiği o koku siyahla örttüğü o tenin kokusu işte, o çağrışım.

Anlıyorsun ki görme eylemi sesle ve kokuyla birleşip çağrışımı bütünlüyor. Görmek, kendini konumlandırmaktır bir bakıma. Dünyada kendine bir yer edinmek, "varlık" kazanmaktır. Sonuçta seni çevreleyen öteki şeylerle var oluyorsun; nesneler, insanlar, diğer canlılar gibi. Dış dünyadaki bu şeylerle zihnini örüyorsun. Bunlara dair biriktirdiğin bilgi ile "o şey" arasında bir farkın olduğunu da bilerek. Yüklediğin anlam ile "o şey" arasındaki uçurum bu.

Şimdi o fotoğrafa yeniden baktığında, siyaha kesmiş o kadınların görüntüsü belki başkası için sadece cenazeye giden bir grup kadındır. Ya senin için?

Geçmişle şimdiki an'ın kesişiminde bir an'ı anımsatır olasılıkla. Belki onların, o ağrılı devinim içindeki bedenlerinin şiddete, vahşete, adaletsizliğe karşı nasıl da başkaldırıyla yüklü olduğunu duyumsarsın. Cumartesi Anneleri'ni hatırlıyorsun ya da çocuklarının asit kuyularında erimiş kemikleri başında ağıt yakan kadınları. O hiç tanınmayacak haldeki parçalardan birini; bir kolu, parmağı ya da bir tutam saçı bulma umuduyla dolanan anaları.

Çağrışımla seni geriye doğru götüren ne çok görüntü var. Bu arada görüşün iki yanlılığı olduğunu da unutmuyorsun. Gördüğün fotoğraftaki kadınların da seni gördüğünü mesela. Nietzsche'nin dediği gibi, "Uzun süre karanlığa bakarsan, karanlık da sana bakar."[1]

Öyleyse senin karşısında durduğun bu fotoğraftaki her kadın da sana sesleniyordur. Ön sırada gözyaşını kurulayan kadın mesela; onun gözyaşları senin de gözyaşların oluyor. Yüreğini bir ucundan kırıyordur. Öte yandan sen de onun bir yerine ilişiyorsundur. Usulca. Böylece, gördüğün şey dokunduğun şeye dönüşüyor. Orada var olan her duyguyu, düşünceyi, hissi alıyor kendinin yapıyorsun. O artık senin oluyor kısaca.

Algılarının sende biriktirdiği onca anlamı, deneyimi, yaşama dair bilgiyi orada görüyorsun. Bazen bir mekân, bazen bir renk, bazen bir fotoğraf tetikliyor bunu. Çığlık, haykırış, karşı koyuş sesleriyle birlikte. Bozkırın ortasında, o yekpare geniş düzlükte yürüyen bu kadınların anımsattığı onca şey de böyle. Aralarındaki görünmez hava boşluğunda bedenleri birbirine değip uzaklaşmakta şimdi. İleriye doğru atılan her adım yenilmezlikle dolu. Bu görünmez boşluktaki her devinim, her dokunuş her birini aynı birliğe çağırıyor. Kenetliyor.

Bedenlerinin sessiz diliyle konuşarak uçsuz bucaksız çıplak bozkırın ortasından ta sınıra kadar yürüyorlar böyle. Ve oradan, sırtlarında cansız evlat bedenleriyle dönüyorlar. Canları, ruhları çekilmiş evlat bedenleriyle. Boşlukta sallanan başları, sağa sola savrulan kolları, ayakları…

Buradan yolunu çizersen, yani sana bakan, senle konuşan bu kadınların söyleyeceklerini duyabilirsin: Kadın düşmanı her ulusun, her halkın, her topluluğun yok olmaya mahkûm olduğunu! Ve bu kadınlar siyahı renk olmaktan çıkaran kadınlardır. Koçgiri kadınlarıdır onlar. Hedeflerine doğru yürüyen bu kadınların neden seni böylesine büyülediğini anlıyor musun şimdi?

Onlar ki kederlerini sarınarak ama hedeflerinden şaşmadan yürüyorlar. Ve bu yürüyüşleri sende esrik bir coşkunluk hâli yaratmakta. Bu yürüyüşün yüklendiği anlam imgelemin bütünü aslında. Çağrışımlarla duyumsadığın bu görüntünün baskıcı seslenişi karşısında susabilirdin de. Ama sen konuşmayı seçtin!


[1] Nietzsche'nin 1886'da yazdığı "Jenseits Van Gut And Böse" adlı eserinin önsözünde yer alır

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Söylenmeden kalmış şeyleri konuşmak

Kaygusuz’un bizi çağırdığı her mesele yeni soruların çengelini asar zihnimize