26 Aralık 2021

Sadece bir başka yeni yıl arifesi...

Biz de battaniyesine yayılmış, karnını okşatan kediler gibi, sımsıkı kucaklanmış köpekler gibi sınırsız, korkusuz, koşulsuz mutlu olabilirdik bu ülkede. Bunun için her şeyimiz vardı

Özlemenin özlenen şeyi dönüştürme yeteneği var. İnsan bir şeyi, bir yeri ya da birini çok özlediğinde zihni ona tuhaf oyunlar kuruyor. Bir koku da olabilir, bir şehir de bir insan da, özlediğin şey bir başkalık kazanıyor. İlkokuldayken bir okul arkadaşıma, yazları Maden'de kenger dikeninden çıkardığımız sakızları nasıl şevkle anlattığımı hatırlıyorum. Kış boyunca oraları ve her şeyi nasıl özlemişsem, kenger sakızı üzerine çok heyecanlı, hatta tutkulu bir anlatı kurmuştum. Kenger sakızın varsa canın başka hiçbir şey istemez diyordum. Ne acıkırsın, ne de su istersin. Mis gibi kenger sakızı, çiğne çiğne dur! Böyle şeyler söylüyordum. Kenger sakızını hiç görmemiş, kengerin dikenli köküne çentik açarak sakızını hiç akıtmamış olan arkadaşım da tüm dikkatini vererek bu kenger sakızının ne menem bir şey olduğunu anlamaya çalışıyordu. 

Maden'de dağların eteklerinde dolaşır, orada burada rastladığımız diken dutlarını ağzımızı gözümüzü kızıla boyamasına aldırış etmeden yerdik. Sumak toplar ve kengerden sakız çıkarırdık. Etrafta kendiliğinden bitivermiş kengerlerin kuru köklerine bir çentik atıp altına da ince yassı bir taş yerleştirdiğimizde, bitkinin sakızı da akmaya başlardı. Sabreder ve kurumasını beklersen, işte sana kenger sakızı! Toprağın mucizesi. 

Ölümlerinin üzerinden neredeyse kırk yıl geçmiş olan dedem ve ninemi çok özlediğim gibi, o dağları taşları, ceviz ağaçlarını ve bütün o bitki örtüsünü de inanılmaz derecede özlüyorum. Heidi çizgi filmini şu yaşımda bile çok seviyor olmamda bu özlemin de etkisi var sanırım. İster İsviçre Alpleri ister Maden dağları, bayır aşağı koşturabiliyorsun, özgürsün ve korunaklı hissediyorsun. Yeryüzü senin evin. Ah daha ne olsun... 

Kenger sakızını arkadaşıma anlata anlata bitiremediğim yıl, yaz gelip de yine Maden bahçelerine gittiğimizde epeyce bir hayal kırıklığına da uğramadım değil. Onu da söyleyeyim ki hikâye tam olsun. Güzel kokuyordu. Özel bir lezzeti olan bir sakızdı ve çocuk halinle kendin üretebiliyordun. Şahane. Fakat hepsi bu kadar. Bir sakızdı ve başka hiçbir şeyi ikame edecek hâli de yoktu. Oysaki arkadaşıma onu mucizevi bir şeymiş gibi anlatırken anlattıklarıma da kesinlikle inanıyordum. Çünkü her şeyi çok özlemiştim. Özlemek gerçekliği değiştiriyor, ona şiir ve tutku katıyor. 

Yazıya kengerden giriş yapınca annemi aramak şart oldu ve hemen aradım. Meftune yemeği yaptığı sebzenin, kökünden kenger sakızı çıkardığımız o dikenli bitkinin sebzesi olup olmadığını sordum. Kenger meftunesini ne kadar şahane yaptığından da söz edince, gece gece sorduğum soruyu epeyce "tensiz" (densiz) bulduğunu belli etse de bir şey demedi. Bitki tazeyken sebzesinin toplandığını, kalan kuru köklerden de sakız çıktığını anlattı. Umarım doğru anlamışımdır. Çok da uzatmadı konuşmayı. Kanunsuz Topraklar isimli yeni başlayan dizisini seyrediyormuş. 

Ne zalim bir ülkede yaşıyoruz. Gece yarısı anne mutfağını hatırladığımda arayıp sorabildiğim bir annemin olması ve bir telefonun ucunda olması bile burnumu sızlatıyor... Annelerinin cenazesine yetişemeyenler var. Annesinin cenazesi saldırıya uğramış Aysel Tuğluk var. Ölü bedeni bir hafta evlatlarının göz mesafesinde, sokak ortasında bekletilmiş Taybet Ana var... Bir yılbaşı arifesine yine incitilmiş annelerin acısı sızıyor. Sebep olanlar iflah olmasın... 

Aysel Tuğluk'un annesi Hatun Ana'nın ölümü ile babamın ölümü arasında iki aydan az zaman var. Cenazesine yapılan saldırıyı duyduğumda, biz hâlâ yastaydık. Bu iki ölüm üzerine bir yazı yazmıştım. Kayıplar birbirine yakın olunca yaşanan şeyin ne kadar vahim olduğunu da başka türlü kavrıyorsun. Sen daha cenazenin toprağa verilmesini ve her şeyin öyle bir anda olup bitmesini kabul edemiyorken, uykudayken bile bu hakikati yeniden ve yeniden idrak edip sıçrayarak uyanıyorken, orada dünya iyisi bir anneye toprağı bile çok görüyorlar...

Yeni bir yıla sadece bir hafta kalmışken yaptığımız ve Aysel Tuğluk'un durumunun birinci gündem maddesi olduğu EŞİK toplantısında bir yandan da bunları düşündüm. Çağlar Demirel toplantıda Aysel Tuğluk'un durumu hakkında bilgi paylaşırken, Elazığlı olan ve muhtemelen o dağları, o kenger sakızlarını ve o diken dutlarını da çok iyi bilen Aysel Tuğluk'un en çok neyi özlemiş olabileceğini düşündüm. Annesinden başka... 

En çok neyi? Gültan Kışanak, Sebahat Tuncel, Figen Yüksekdağ ve sayısız diğer kadın siyasi tutuklu, o güzel kadınlar kim bilir en çok neyi özlüyor... 

Yeni bir yıl geliyor. 

Sanırım bu beşinci yeni yıl yazısı. Gazete Duvar'da her sene bir yeni yıl yazısı yazmışım. Hatırladığım kadarıyla üçüncü sene, yılbaşından az evvel, yine böyle bir yazı yazmaktayken, "Kış yazınızı bekliyorum" gibi bir mesaj gönderen bir okur sayesinde, yazıların neredeyse biyolojik bir saate uyduğunu fark etmiştim. Her sene yeni yıla girerken diğer yazılardan farklı, hayatı en naif anlarından yakalamaya çalışan ve satır aralarına kar kokusu sinen yazılar yazıyormuşum. Dördüncü sene bu sürekliliği bilerek yazdım ve kış yazısı yerine yeni yıl yazısı demeyi tercih ettim. 

Yaz anıları güzeldir ama çocukluğumun kışlarından pek bir güzellik hatırlamam. Kış kıştı o zamanlar. Sosyal medyanın bile olmadığı bir dünyadaki boğucu bir kapanma hâli. Renksiz, gri, oyunsuz, sıkıcı... Sonradan, yetişkin hayatımda, kış mevsimiyle aram giderek düzeldi. Yılbaşı gecelerini ve yeni bir yıla girmekle ilgili hazırlıkları oldum olası severdim zaten. Filmlerdeki yeni yılı karşılama sahnelerine, Noel kutlamalarına filan bayılırım. Geyiklerin çektiği kızaklar, kırmızı başlıklar, rengarenk paketler, cingıl cingıl cıngıldayan ziller, o neşeli temposuyla yeni yıl şarkıları çok masalsı gelir bana.

Sanırım hiçbir zaman kendimizi bir sevince tümüyle kaptıramadığımızdan, böyle bir keyif halini çok özlüyorum. Yılbaşı gecelerinde muhakkak özel bir şeyler yapmak isterim ben de. Birileriyle bir araya gelmek, yemekler hazırlamak... Kestane, tombala, televizyon. Nasıl olursa olsun ama bir parça şenlik isterim...

Biz de battaniyesine yayılmış, karnını okşatan kediler gibi, sımsıkı kucaklanmış köpekler gibi sınırsız, korkusuz, koşulsuz mutlu olabilirdik bu ülkede. Bunun için her şeyimiz vardı. Toprağında patates, pancar, kereviz, havuç ve lahanadan başka pek bir şeyin bitmediği Fin ülkesinden neyimiz eksikti? Çocuklarımız Norveçli çocuklar gibi önlerine yığılmış renkli paketleri açarken sevinç çığlıkları atabilirdi. Gerçekten neyimiz eksikti, şu bereketli topraklar üzerinde? Aklımız mı? Bütün bunları bize yapmalarına ne için izin verdik? Cennetimizi çaldılar, Parça parça, bütün bütün. Çünkü "nass" bunu gerektiriyor(muş)! Nass çarpmasın inşallah.

İşte böyle. Bu seneki yeni yıl yazımı T24'e yazarım dediğimde böyle hüzünlü bir yazı tasarlamamıştım aslında. Neyse umarım ara ara daha ferah yazılar da yazarım.

Yeni yıla pek iyi girmiyoruz kısacası, iyi şeylerden söz edemedim. Ama sonra dedim ki dert bu olsun. Sadece yeni bir gece. Hepsi bu. ilk değil son değil... Sadece bir başka yeni yıl arifesi... It is just another new year eve.

Dünyanın en uzun gecesinde, nar kestim. Aysel Tuğluk için yeni yılda özgürlük diledim. O güzel o direngen kadınların hepsiyle birlikte, özgürlük... 

Gelecek yıl için en büyük dileğim budur. 



Not: Toprağın mucizesinden filan söz etmişken bir not da iletmek isterim. Lütfen kendinize vakit ayırıp şu iki Kültürhane belgeselini izleyin. Apartmanların gölgesinde ve Atadan öteden sarı buğday belgeselleri. Kim bilir belki yeni bir yıla girerken hayatla biraz sakin ve bambaşka bir ilişki kurmak konusunda da bir yardımı dokunur. Ben izleme şansı bulduğuma çok ama çok memnunum. Gerçekten de umut ve ilham veriyor.