Taliban'ın başkent Kabil'i ele geçirdiği ana kadar, son on gündür kafilelerle İran üzerinden gelen Afganistanlı sığınmacıları konuşuyordu Türkiye. Bir an için, sadece bir an için en sığınmacı karşıtları bile nefesini tuttu şimdi ne olacak diye. Havaalanında harekete hazırlanan uçakların dış yüzeyine tutunmuş insanların görüntüleri sarstı önce herkesi, birkaç saat sonra havalanan uçaktan düşen iki genç insanın görüntüleri geldi. Kısa bir suskunluk oldu sosyal medyada. Sırada sokak ortasında yapılan infazların görüntüleri vardı ama beklendiği gibi olmadı. Ohhh rahat bir nefes alabilirdik artık, vicdanları sarsacak çok fazla şey olmamıştı ne de olsa. Şimdi kalınan yerden mülteci düşmanlığına devam edilebilirdi.
Afganistanlı mültecilerle Suriyeli mültecilerin arasında ciddi bir fark var gibi. DAEŞ'in Suriye'de uyguladığı katliamlar, belli bölgelerde ve belki de naklen değil, banttan yayınlanmaması nedeniyle mültecilere bir koruma şemsiyesi açmamıştı. Afganistan'dan gelen mültecilere karşı ise sempati ve nefret bir arada.
Açlık Oyunları
2008-2012 Küresel Ekonomik Krizi bir yandan toplumsal ve küresel bir protesto hareketi başlatırken bir yandan da özellikle gençlere yönelik distopik bir edebiyatın gelişmesine neden oldu. Bu türün en ünlü örneklerinden biri kuşkusuz Amerikalı yazar Suzanne Collins'in yazdığı The Hunger Games (Açlık Oyunları, DEX Yayınları, 2015) romanı. Kitabın gördüğü ilgi ve yirmi altı ülkede basılmasından sonra tabii ki Hollywood da boş durmadı ve romanı sinemaya da aktardı. Film de fena değil ama romanı okumanızı tavsiye ederim.
Fotoğraf: Şengün Kılıç
Merak edenler okusun, konuyu özetleyecek değilim ama yazarından biraz bahsetmek isterim. Collins'in babası Vietnam savaşına katılmış. Romanın ana teması ise televizyonda seyrettiği reality şovlarıyla o sırada yine televizyonda seyrettiği Irak savaşının görüntülerinin yer yer iç içe geçmesiyle ortaya çıkmış Collins, "İki görüntü çok rahatsız edici şekilde bulanıklaşmaya başladı" diyor The Hunger Games ile ilgili olarak verdiği bir röportajda.
Roman, on iki bölgeye ayrılmış ülkenin her bölgesinden seçilen ikişer genç insanın katıldığı ve ölümüne verdiği mücadeleyi anlatsa da asıl dikkati çeken -en azından benim dikkatimi çeken- merkezden uzaklaştıkça hem ekonomik hem de sosyal olarak yoksullaşan insanların hayatta kalmak için verdikleri mücadele. Ve "haraç" olarak bölgelerini temsilen başkente gönderilen gençlerin hayatta kalmak için verdikleri mücadelenin naklen yayınlanırken "diğerlerinin" bu mücadeleyi adeta pornografik bir iştahla seyretmesi.
Mültecilerin kendi ülkelerinde başlayan ölüm kalım savaşları iltica ettikleri ülkelerde de devam ediyor, her anı canlı yayında üstelik. Bazılarını seviyor, alkışlıyor, hayatta kalmasını istiyoruz, bir kısmının ise yok oluşlarını izliyoruz soğukkanlılık ve "hak etmişlerdi zaten" diyerek.