06 Kasım 2022

Diyarbakır Cezaevi Müzesi'ni kim kurmalı?

Yüzleşmeden bir hafıza müzesi kurulabilir mi? 1981-85 yılları arasında Diyarbakır Askeri Cezaevi'nde yatan, her türlü işkence ve kötü muameleye maruz kalan Dr. Adnan Güllüoğlu, kurulacağı söylenen müzeyi kendisi kursaydı içinde neler olacağını anlattı

Kabul etmek lazım, öznesiz cümleler konuşanlarına ciddi bir konfor sağlıyor. Mesela, 23 Ekim'de AK Parti Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Diyarbakır'da toplu açılış törenindeki, "Geçmişte nice acılara, zulümlere konu olan Diyarbakır Cezaevi binası artık hem hafıza hem de farklı alanlarda faaliyet yürütme imkânı sağlayan bir eser olarak hizmet verecektir. Diyarbakır Cezaevi müze oluyor. Kütüphanesiyle, sanat, gösteri alanlarıyla artık bu cezaevi ortadan kalkıyor," diye başlayan konuşması.

1981-89 arasında bu cezaevinde 34 kişi işkenceyle öldürüldü, bilindiği kadarıyla yüzlerce kişi sakat kaldı. Beş kişi kendini asarak, dört kişi de kendini yakarak intihar etti. Ve tüm yaşananlara rağmen tek bir sorumlu bile ceza almadı. "Nice acılara, nice zulümlere" neden olanlar dün bilinmediği (!) gibi görünen o ki, gelecekte de bilinmeyecek.

4 Temmuz 1980'de açıldıktan yaklaşık üç ay sonra yapılan 12 Eylül askeri darbesiyle hızla "dünyanın en kötü şöhretli on hapishanesi" listesine giren Diyarbakır Cezaevi ya da eski adıyla Diyarbakır Askeri Cezaevi, 42 yıl sonra adalet bakanlığından turizm bakanlığına devredilerek yeni bir yolculuğa başladı.

Bu müzeyi kim kurmalı?

12 Eylül darbesi olduğunda üniversiteye daha yeni kayıt yaptırmış, "Bizdeki de ne şans, yeni hayat darbeyle başladı!" diye yana döne dolaşıyordum. Zaman ilerledikçe kulaktan kulağa şiddet, zorbalık ve işkence haberleri yayılmaya başladı. İstanbul, Ankara'yı biliyorduk da Diyarbakır Askeri Cezaevi ile ilgili duyduklarımız kan dondurucuydu. Yıllar sonra Hatay'da kardeş kontenjanından katıldığım bir sınıf buluşmasıyla Dr. Adnan Güllüoğlu ile tanıştım. Gerçi o buluşmada yolu Diyarbakır Askeri Cezaevi'nden geçen -yok işkenceci olarak değil, hükümlü olarak- birkaç doktor daha vardı.

Dr. Güllüoğlu, okulu bitirmesine üç ay kala, 1981'de tutuklanarak Diyarbakır'a gönderilmiş ve 1985 yılına kadar da orada kalmıştı. Cezaevinin kültür merkezi ve müze olacağını duyduğum zaman ilk aklıma gelen o oldu. Bu konuda artık konuşmak istemediğini biliyordum ama benim merak ettiğim, bu müzeyi o kuracak olsa nasıl bir müze tasarlardı sorusuydu. Sordum, o da cevapladı.

Yıl 1983, Dr. Adnan Güllüoğlu'nun elinde tuttuğu bu reyhan saksısı, cezaevinin tek özgür canlısı çünkü koğuştan koğuşa geziyor. Bir görüşmecinin getirdiği reyhan solup gittiğinde geride tohumları kalır, Güllüoğlu da onları alıp saklar ve sonra hapishanenin pencerelerinden gelen tozları biriktirmeye başlar. Bir deterjan kutusunu dolduracak kadar toprak biriktiğinde de reyhan tohumlarını eker. Reyhan saksıda serpilip geliştikten sonra koğuş koğuş dolaşır. Tabii bu, onlarca ölüm ve ölüm oruçları arasında verilen kısa bir iyileşme döneminde yaşanır.

- Cezaevinden çıktıktan sonra yaptığınız ilk şey ne oldu?

  İlk yaptığım iş bir tarak almak olmuştu!

- Neyle suçlandınız?

Kurtuluş hareketindendim ve bana bölge sorumlusu olmaktan dava açılmıştı. Mahkemenin kararı Yargıtay'da iki kez bozuldu ve sonunda örgüt sempatizanlığını uygun görüp beş yıl hapis cezası verdiler. İnfaz hükümleri hiçbir şekilde uygulanmadı bize. Normalde kurallar uygulansa iki yıl dört gün hapiste tutulmam gerekirken beş yıl yatırdılar. Üç yıl fazladan yatırdılar yani. Bu arada bir şey daha, Türkiye'nin her tarafında Kurtuluşçular, Ceza Kanunu'nun 141'nci maddesinden yargılanıp ceza alırken biz Diyarbakır-Mardin-Kızıltepe grubu, 168'den, yani silahlı çeteden yargılandık. Daha sonra 141'inci madde kaldırılınca arkadaşlarımızın sabıkaları silindi ama biz sabıkalarımızla kaldık. Bana neden diye sorarsan, cevabım, biz Kürt olduğumuz için diye cevaplarım. Bizlere karşı kadar sonuna kadar her şeyi kullandılar. Samimi itirafa zorlandığım için ölüm orucuna girdim, ölüm orucuna girdiğim için de gününde tahliye edilmedim.

- 12 Eylül kurbanları…

Hemen araya gireyim, ben kendimi kurban olarak görmüyorum. Çünkü gurur duyduğum bazı şeyler de oldu. Türkiye'de bugüne kadar yapılmış ve başarıya ulaşmış ilk direniştir Diyarbakır Cezaevi direnişi ve bunda benim de katkım olduğu için gurur duyuyorum.

- Tıp fakültesini cezaevinden çıktıktan sonra mı bitirdiniz?

Tahliyemden sonra çıkan bir afla okula dönüp mezun oldum, zaten son sınıftaydım. Okulu bitirdikten sonra devlet uzmanlık sınavına girmeme izin vermedi, halen kamu haklarından yasaklıyım. Devlet hâlâ benim kamuda doktorluk yapmama izin vermiyor. Yapılanlar sadece siyasi baskı değil, ekonomik olarak da seni yok etmek istiyor devlet. Ailem yanımda olmasaydı belki bugün çok farklı bir pozisyonda olabilirdim. Aradan 37 yıl geçti ve ben daha kendimi yeni yeni toparlıyorum. Daha yeni bugün biraz daha olgunlukla karşılayabiliyorum.

- İki hafta önce Diyarbakır gezisinde Erdoğan, Diyarbakır Cezaevi'nin müze yapılacağını açıkladı. Bu fikre nasıl bakıyorsunuz?

Daha önce biliyorsun kültür merkezi yapılmak isteniyordu. Seçim dönemi olduğu için Türkiye'de siyasi partilerin her zaman yaptığı gibi Tayyip Erdoğan da işine geldiği gibi bu işi kullanmak istiyor. Bir dönem de hatırlarsan "baldıran zehri içerim" demişti. Sonra baldıran zehrini kimlere içirdiğini biliyoruz. Diyarbakır 5 No'lu cezaevi önünde başka nasıl bir müjde verecekti ki! Fransa'da bir işkence müzesi var, 14. Louis döneminde yapılan işkencelerin anlatıldığı, aletlerin sergilendiği. Diyarbakır Cezaevi'nin de bu şekilde bir müze yapılması gerekir. Bizden sonraki nesillere bırakılan güzel bir miras olsun. Lafla olmaz bu işler, önce işkence yapıldığının tescil edilmesi, sonra kullanılan her aletin sergilenmesi gerekir.

- Peki sergilenebilir mi?

Bu mümkün değil. Saatlerce anlatsam bile mutlaka eksik kalan yanları oluyor yapılanların ve yaşadıklarımın. Sadece AK Parti için değil, diğer partiler için de geçerli bu. İktidarlar belli bir süre, yani seçime kadar, sana her konudan bahsedebilir ama iktidara geldikleri günden itibaren unuturlar. Tayyip Erdoğan, güya Kürt meselesi için baldıran zehri içecekti, sonuçta MHP ile ortaklık yaptı. Bugün Cumhuriyet Halk Partisi demokrat olduğunu söylüyor ama kalkıp 90'lı yılların, o faili meçhul cinayetler döneminin içişleri bakanı ile politika yapıyor. Siyasi partiler bugün dediklerini yarın inkâr edecekler çok iyi biliniyor. Onun için de inanmıyorum. Müze kararına dönersek, bir gecede verilmiş bir karar ve bu bir gecelik bir iş değil.

- Böyle bir müze yapılırsa, devletin suçlarıyla yüzleşmesi anlamına gelmiyor mu?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bu statükosu devam ettiği müddetçe böyle bir yüzleşmeye hiçbir iktidarın hazır olacağına inanmıyorum. Çünkü Diyarbakır 5 No'lu cezaevinde yapılanlar sıradan işkenceler değildi. Altı ayda bir değişik yöntemler uygulandı. Deneme-yanılma yöntemiyle insanları psikolojik olarak bitirmek için, dışarıya çıkacak yüzleri kalmasın diye bunlar yapıldı. Bir nesil yok edilmek istendi. Gel şimdi bunları yapan devletin, iktidar partisinin ve de muhalefetin böyle bir müzeyi layıkıyla yapacağına inan.

- Cezaevinde yapılan işkence ve kötü muameleyle ilgili olarak kimsenin yargılanmadığı düşünülürse haksız sayılmazsınız.

Kimse yargılanmadı. Cezaevine, Ankara Tıp Fakültesi'nde aynı sınıfta okuduğumuz bir MHP'li cezaevi doktoru olarak atandı ve benimle özel olarak ilgilendi. Bunlar tescilli katillerdi. Ve kimse yargılanmadı. 1981-1984 arası hiç yaşanmamış gibi yaptı devlet ve siyasi partiler.

- Bu müzeyi siz düzenleyecek olsaydınız, neler olurdu içinde?

24 saat, hiç kesintisiz çalan marşlar olurdu gardiyanların küfürleri eşliğinde. Çivili sopalar, sıra dayağı koridorları, kuzu, koç, askılar, tekerlekler olurdu… Havalandırmaya çıkanların kafasının sokulduğu fosseptik çukuru olurdu… Psikolojik işkenceler herhalde görsellerle anlatılırdı. Açlık, bit, gece baskınları için gelen, belden yukarıları çıplak, sarhoş gardiyanlar herhalde bunlar da görsellerle olur. Cezaevine ziyarete gelen ve Türkçe bilmediği için yakınlarıyla konuşamayıp öylece susup oturanlar da olmalı bu müzede. Bana cezaevinde tıbbiyeli olduğum için "doktor" diyorlardı, kesin ölümle sonuçlanacak intihar yollarını soranlar oluyordu işkenceden kurtulabilmek için. Bunlar nasıl anlatılır ve müzede yer alabilir, bunu bilmiyorum işte.

- Gerçekten söylediğiniz gibi bütün olanları olgunlukla karşılayabiliyor musunuz?

Hep unuttum unuttum diyorum, unutamıyorum olanları. İstanbul'dan, Diyarbakır Cezaevi'nde olanları anlatmam için davet edildim, aradan kaç yıl geçmiş, anlatırken zırıl zırıl ağladım, üstelik de benim gibi biri. Unutulacak gibi bir şey değil ya da bilmiyorum, belki mümkündür. Cezaevinden ilk çıktığımda ilginçtir yaşadıklarımı soran herkese hiçbir ayrıntıyı atlamadan anlatıyordum. Nur içinde yatsın, okul arkadaşım Dr. Ata Soyer beni toplantıdan toplantıya götürdü ve yaşananların hepsini anlatmamı istedi insanlara. Tuhaftır, başım önümde anlatıyordum yaşadıklarımı ve gördüklerimi. Başımı kaldırdığım zaman hem ağlayanları hem de inanmayan gözlerle bana bakanları görüyordum. O günlerden sonra bir daha bu konuda konuşmama kararı aldım. İki yıl önce TBMM'den bir davet aldım, bir araştırma yapılıyormuş bu konuda. Önce reddetmeyi düşündüm ama çevremden çok baskı geldi, her şey kayıtlara geçmeli diyordu arkadaşlarım ve mecburen gittim. Zaman geçtikçe anlatmak daha zorlaşıyor galiba. Anlattığım zaman artık endişeleniyorum, unuttuğum bir şey var mı diye. Bir de zaman geçtikçe, o kadar kötü şeyler yaptılar ki, yaşananlar insanın çok daha ağırına gidiyor.

Şengün Kılıç kimdir?

Şengün Kılıç, Gazi Üniversitesi, Maliye Fakültesi'nden mezun oldu. Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Opera Anasanat Dalı'na devam etti.

1986 yılında gazeteciliğe başladı. Çeşitli gazete, dergi, radyo ve televizyonlarda muhabirlik, editörlük ve haber müdürlüğü yaptı. 

Biz ve Onlar/Türkiye'de Etnik Ayrımcılık (1992, Metis Yayınları), Beyaz Bir Düş (2004, Epsilon Yayınları), Sinemada Ulusal Tavır/Halit Refiğ Kitabı (2006, İş Kültür Yayınları), Erozyon Dede, Hayrettin Karaca Kitabı (2008, İş Kültür Yayınları), CHP'li Yıllar 1946-1992 (2010, İş Kültür Yayınları), Hayatım Mücadeleyle Geçti/Kemal Kurdaş Kitabı (2010, İş Kültür Yayınları), Çayın 90 Yılı (2014, Kesişim Yayınları), Haberde Yargı/Yargı Haberciliği Elkitabı (2019, bianet), Kadehlerdeki Dudak İzleri (2002, Overteam,) adlı kitapları yayımlandı.

Yazarın Diğer Yazıları

Çayı sev, Rize’yi koru!

CHP’nin Rize’de miting düzenlemesi değil, Rize’de çayla ilgili böyle büyük bir eylemin yapılıyor olması ilginç. İktidarda kim olursa olsun Rize’de çayla ilgili her şey beka meselesi

Otomobil uçar gider

1960’larda dede Turan Feyzioğlu’nun makam aracı en az yirmi yaşındaki Chevrolet SW iken, 2000’lerde torun Metin Feyzioğlu’nunki sıfır yaşında Volkswagen 2.0 TDI idi. Türkiye’nin makam aracı itibarı tam çözülmüşken nereden çıktı bu tasarruf tartışmaları

Dağlılar’dan Yaylacılar’a

Muhalefet zor, parti içi muhalefet daha zor, lidere karşı çıkmak ise çok çok zor ve de bir kişinin ne kadar keskin muhalefet yaptığı bir ölçü değil… Örneğin; bir bakanlık kaptı mı, partisinin en önde savunucusu olabilir!

"
"