03 Şubat 2019

Rehine'ye

"Her geçen gün beni sana ulaşmak için daha derine derine ittikçe, yavaş yavaş karanlığa alışan bütün gözler bin bin bakıyor şimdi, her biri çifter çifter"

New York-Londra-Roma
  
ŞEHİR TELLALI

 

Bu kabul edilemez adaletsizlik, işlenen suçları ört bas etme çaresizliğinin ifadesi rehine pazarlığı, her gün bir gün daha devam ettikçe sana uzanabilmek için deniz daha derine, daha derine çekiyor beni. Bir on yıl önceye dek, New York’un kışı özellikle şubatta iyice dayanılmaz hale geldiğinde Arjantin’e Patagonya’ya kaçardık her yıl. Valdez yarımadasına, medeniyetten, elektrikten uzak, Darwin’e 19. YY ortasında evrimi gösteren o kuru toprak kara parçasına...

UNESCO koruması sayesinde her türlü turist kapanından uzak, Antoine de Saint-Exupery’e, 20. Yy başında, posta uçuşları sırasında üzerinden geçerken sonradan Küçük Prens’ine konu ettiği o fil yutmuş boğa yılanı ya da şapkayı andıran bu yarımada kıyılarını, şubat ayında deri değiştirmek ve çiftleşmek üzere kıyıya çekilen denizfilleri doldururdu. Her biri üçyüz kilo civarında, iki ile dört metre arası, koyu gri, kahve-siyahımsı bu dev yaratıklar umman bir Atlantiğin, deniz kabuklarıyla örülü kademe kademe dev kayaları arasında,  gök rengi, berrak suların yıkadığı kıyılara nasıl da yakışırdı. Çiftleşme dönemlerinde eşleri için denizde birbirleriyle giriştikleri güreşteki saldırganlıkları dışında kıyılarda hep barışçıl ve  huzurlu uzanırlardı boylu boyunca. Her biri bir insan kafası büyüklüğündeki gözleri hep sevecen, acıklı acıklı bakardı yanlarına yaklaştığımda.

Bir keresinde bir doğa uzmanı, denizfillerinin altı dakikada üç yüz metre derine ulaşabildiklerini söylemişti. İki yüzüncü metrede ciğerleri çöker çökmez, bir dil balığı gibi yamyassı biçim alabildikleri için neredeyse iki boyutlu dev bir yaprak gibi, koca okyanusun ağırlığına kazandıkları dayanıklılık sayesinde giderek daha derine ve daha derine inebildiklerini öğrenince onlara imrenirdim doğrusu. Okyanusun dibinde bin metre derinde karanlıkta çevrelerini onlara gösteren şey o insan başı büyüklüğündeki dev gözlerine hele. İnsana baktığında içinde okyanusun bin metre dibindeki karanlığı gösteren kapkara gözleri beni çok etkilerdi. İçlerinde bin göz vardı her birinin, bin çift gözle bakıyorlardı çevrelerine.       

Şimdi bu kabul edilemez adaletsizlikler çağının giderek kalınlaşan karanlığı, nefes almayı zorlaştırdıkça, okyanusun derin karanlığının ağırlığını düşündürüyor bana ve  o ağırlığa dayanabilen denizfillerini.  Zifiri karanlıkta çevreyi onlara gösteren dev gözleri ise beni herkes gibi daha fazla bilgi, daha fazla doğru kaynağına yönlendiriyor.

27 Ocak Holokost –Yahudi soykırımı- Kurbanlarını Anma Günü nedeniyle adanın kütüphanesinde “Yalancı Yakup” (Jacop the Liar) filmini izledim. Holokost’un Hollywood’un mutlu sonlu filmlerine konu edilmesini hazetmediğim halde. Film  günün anlamına uygun, 1945’de Rus birliklerince Auschwitz –Birkenau toplama kampında hayatta kalan yahudilerin kurtarılması ile ilgili hikaye. Başrolde Robin Williams, Yakup’u canlandırıyor. Filmin açılış sahnesi Yakup’u yalancı durumuna düşürecek olan maceranın başı. Nazilerin, işledikleri insanlık suçlarını örtbas etmek için basın ve  haber yasağıyla insanlığı ittikleri korkunç karanlık ortam. Nazilerin bu karanlıkta Yahudilerin kimini köle olarak kullanıp, kimini fırınlarda yaktıkları kampta, ilk sahne; tam sokağa çıkma yasağı sireni öttüğü an rüzgarla bir gazete sayfasının Nazi tarafından kampın dikenli tellerini aşarak kampın içine uçması. Yakup’un uzun zamandır eline almaktan men edildiği gazete sayfasını görmesi, ve sireni filan unutup, can havliyle gazetenin peşine düşüşü. Sonra ortalıkta tek kalıp Nazi projektörüne yakalanışı,  bu şekilde kendini sorgulanmak üzere bir Nazi kumandanın ofisinde buluşu, orada kumandan bir fahişe ile işini bitirinceye dek kaderini beklerken uzun süredir yine kamptakilerden men edilen radyoyu tesadüfen dinleyişi ve Rus askerlerinin kampa 400 km yaklaştıklarını öğrenişiyle başlıyan hikaye.

İkinci dünya savaşı arifesinde Patagonya üzerinden uçan Saint-Exupery’nin yazdığı Küçük Prens’i ve kitabın fil yutmuş boğa yılanı hikayesi, şubat ayında Patagonya kıyılarını dolduran deniz filleri, okyanusun karanlığına adapte olan doğaları ve o karanlıkta görebilen dev gözleri...

 

Her geçen gün beni sana ulaşmak için daha derine derine ittikçe, yavaş yavaş karanlığa alışan bütün gözler bin bin bakıyor şimdi, her biri çifter çifter.  Ve ısrarla, etraf daha da zifiri karanlığa boğuldukça, gözlerden saklanan gerçek daha açık seçik, net çıkıyor ortaya, o dev okyanusun sularıyla ebediyyen temizlenerek. 

Yazarın Diğer Yazıları

Geçmişte yaşanmayana özlem

Hâlâ Portekizce’den bir türlü başka hiç bir dile tam çevrilemeyen, “saudade"...

Geleceğin hatıratı

"Gazeteler iflas etti, hükümetin propagandacılarıyla dolduruldu, muhabirlik tamamen manen ve malen çökertildi, her şey reklama indirgendi"

Bir intiharın anatomisi: Yollar, köprüler, barajlar, metrolar

Garcia, Peru’da hem büyüyen ekonominin hem de çöken ekonominin mimarı.  Bir zamanlar Peru’nun JFK’si (Kennedy’si) umudu iken sonu tarihe Odebrecht kurbanı lakabıyla yazılan adam.