ŞEHİR TELLALI
Newyork-Londra-Roma
|
Tiber nehri kıyısında savaş arabasında yarışı kazanmış güneş imparator Adrian’ın cesametiyle durur Castel Sant’angelo. Tepesinde kanatları haşin rüzğarlara direnen bronz ölüm meleği Mikhail, sadece kasrın değil tüm Roma’nın hakimi. Üst üste ve içiçe geçmiş üç mermer küreyi birbirine bağlayan merdivenler, koridorlar, kemerler, bütün kasrın etrafını sarıp yerin merkezine doğru uzayan sarmal sonsuz koridor. Bernini’nin melekleri sıralanır kapısının önünde Tiber’in üzerindeki köprüde. Kısa sürede içinden çıkılmaz bir labirente dönüşür kale. Duvarlarında Michelangelo’nun desenleri, altın mozaikler, bir ucundan bir ucuna yürüyeni yoran tavanları işleme deryası salonlar. Avlularında kuyular, tulumbalar, kaldıraçlar, dev tekerlekler, zincirler, kablolar, mancınık. Mahzen, kasa daireleri, kubbeler, dehlizler, demir kapılar, oyma kapılar, kapılar içinde kapılar…Tuhaf, oyunbaz, çılgın.
Zihne, ve zihnin iyice karanlık köşelerine dair bir mekan gerçekten çok. Kente hakim yatak odaları, banyolar, hamamlar ve altlarında penceresiz fırınlar, dört duvar işkence hücreleri, demir parmaklıklar, zindanlar. Rüzğarlar özgürleştirdikçe terasta seni, kalın duvarlar, sonsuz koridorlar, nereye indiği anlaşılmayan ve aniden kesiliveren merdivenler, karanlık kuyular, hücreler, kaldıraçlar, ne olduğu anlaşılmayan mekanizmalar, makinalar mahkum edip karanlığa gömer güneşi, günü.
Bu zindan ki, özgür düşüncenin en büyük kahramanı, düşünceleri Katolik inancına ters düştüğü için Çiçek Pazarı'nda yakılan şair, matematikçi, felsefeci, astrolog ve komedi yazarı Giardano Bruno’nun zindanı. Komedisinin adı “Meşalenin Tutucusu” Dünyanın döndüğünü, yıldızların gezegenlere sahip güneşler, kainatın sonsuz, anlaşılamaz, merkezsiz olduğunu düşündüğü için ve bu düşüncelerinden vazgeçmediği için din otoritesi tarafından 17 Şubat 1600’de Çiçek Pazar’ı ya da Campo dei Fiori’de yakıldı. Bugün orada heykeli dikili Bruno’nun. Ve o günden sonra, Tiber’in üzerinden ölüm meleğinin kanatlarına çarparak esen rüzğar o Roma’da. Onu ölüme mahkum eden din otoritelerine son sözü “Ölüm mahkûmiyetimi benimkinden çok daha büyük bir korkuyla telafuz etmektesiniz” oldu. En büyük çalışması Hafıza Sanatı. Bu yüzden doğal olarak ilelebet bir yeri var hafızada. Örneğin, daha geçtiğimiz hafta, iki yeni kitaba Papalık belgelerini sızdırdıkları gerekçesiyle tutuklanan Luigi Angel Vallejo Balda ve Francesca İmmacolata Chaouqui adlı iki Vatikan görevlisi Ölüm Meleği zindanının yeni mahkumları olunca Bruno’nun cesareti esti yine Tiber üzerinde. Ortaçağa ait din ve özgür düşünce çarpışmasının mekanı o zindan ilelebete soyundu yine. Halbuki daha on yıl kadar önce Papa John Paul, dünyanın döndüğünü kabul etmiş, dinin bu konuda yaptığı yanlışlar ve işlediği suçlardan ötürü özür bile dilemişti. “Hafıza sanatı”nı Bruno’dan beri sevemedi kilise. Ters düşünce! diye suçluyor hala. Ters düşünce, işine unutmak gelene.
Bruno’nun yakılmasından yüzyıl sonra Roma’ya gelen Giambattista Piranesi, Ölüm meleği kasrındaki zindanları çizdi hayaliyle. Piranesi’nin “Zindanlar” serisi onaltı birbirinden şahane, dehşet veren, çılgın, olağanüstü gravür. Döneminde hayran olduğu Venedik ressamı Tieopolo’dan esinlenen, mimar sanatının “hayali kaprisler”i türünde gravürleriyle romantisizme ve sürrealizme yolaçtı Piranesi. Kapris ya da çılgınlık sanatı çizimin içine hayatta olmayan hayali unsurlar eklenmesi, sanatçının düşüncede özgürlüğünü kullanması. Şairin lisansı gibi sanatçı da izleyecisinden bu özgürlüğü kullanma lisansı ister. Piranesi’nin “Zindanları”, bu yüzden, Edgar Allan Poe ve Samuel Taylor Coleridge başta olmak üzere şair ve yazara ilham kaynağı oldu.
Piranesi’nin viraneleri pek çok ayrıntısı ile, daha da önemlisi gerçekte olmayıp sadece “mimarının düşündüğü gibi, zihninde olan” haliyle resmettiği Roma’sı, geniş, matematiksel, çarpıcı. Işığı huzursuz eden bir ışık ama unutulmasın diye. Bu ışık hafızaya gerçeğinden çok daha kuvvetle yerleştirir imajı ve detayları. Yaşamı, sefaleti, Roma’nın siyasi emellerini, hayallerini, arzularını, hayal kırıklıklarını, acılarını, karanlıklarını barındıran zengin çizimler sahneyi aleladelikten çıkarır.
Çıkarırken öyle alelade detaylar hayal eder ki kimse onların hayal olduğuna inanmaz. Kimse o detayın, aslında o binayı inşa eden mimarın düşüncelerine ait olduğunu, ancak gerçekte o binada bulunmadığını düşünmez. Yerine oturmuştur olması gereken ama olmayan. Aniden gravürün bir yerinde orada gerçekte olmayan bir mihrap, sunak, bir vazo, mezar taşı beliriverir ve orada olması gerektiğinde ısrar eder.
Piranesi’nin “zindanları” Coleridge’e göre “bir hastalık ateşiyle yanıp kavrulduğu anın ürünü.” Gerçi tarih, serinin son derece sağlıklı bir Piranesi elinden beş yıllık bir sürede tamamlandığına tanık.
Üstelik on yıl sonra yeniden ele almış ressam gravürleri, iki yeni gravür eklemekle kalmayıp seriye, ayrıntıları iyice kuvvetlendirmiş. Dehlizleri genişletmiş, karanlıkları daha da dramatik gölgelerle abartmış, çıkmazları daha labirentvari hale getirmiş, makinaları, mekanik araçları, zincirleri, çengelleri, halatları daha keskinleştirmiş. En ince ayrıntılarla işlenen gotik salonlar, bir yerden ötekine iniyor gibi görünüp de aniden orta yerde bir uçurum ucunda kalıveren merdivenler, koridorlar, kemerler, büyük tekerlekler, kaldıraçlar, tulumbalar, çengeller, halatlar, zincirler, demir parmaklıklar, falakalar, kablolar, mancınıklar, kuyular, hücreler, korkuyu, Bruno’nun din otoritelerine atfettiği o büyük korkuyu gölgeleriyle, olabildiğince ayrıntı ve dehşetle sahneliyor şimdi. Burası korkunç olayların yaşandığı mahzen, işkencelerin gerçekleştiği kale. Ölüm melegi kasrının zindanlarında korkunun resmi Piranesi’nin gravürleri. Bir yerinde küçük bir Piranesi figürü, gölgelerde sürünerek, o ucu kesiliveren merdivenlerden birine tırmanıyor. Zindan ressamın kendini hapsettiği gravürlere dönüşüyor. Piranesi’nin sanatı zihne ait ebedi şehir. Zindanı yaratan zihni mahkum eden korkuya karşı, hafızanın, hayalin ve özgürlüğün sanatı.