ŞEHİR TELLALI
New York - Londra - Roma
|
Kör bir koç değildi sözü, soluğumun yazıldığı bir perdeydi
Babamı kaybedeli tam dokuz yıl doldu bugün. Kütüphanesi bıraktığı gibi duruyor eski yerinde. Kitapları en son onun okuduğu sırada. Orta raflardan birinde bir kitap. Sararmış, cildi bırakmış ipliklerini dışarı. Sayfaları lime lime. Toz olup dağılmak üzere. Adı “Red Türküleri”. İçindeki şiirleri tek tek beğenerek bana nasıl okuduğunu hatırlıyorum babamın. Şiirlerin çevirisini överek: “Bu şiirleri böyle çevirebilen biri şiirlerin yazarları kadar kuvvetli bir şairdir!” deyişini hatırlıyorum.
O “çevirmen” şairin adı Okay Gönensin. Okay’ı kaybedeli kırk sekiz saat ya oldu ya olmadı.
Torunu ona “aybaba” dediği günden beri öyle yakıştı ki ak saçlı haline, benim de dilim alıştı:
“Aybabacığım... Sedat’a tekkemizin adını aybaba/haydutdede tekkesi koymasını öneriyorum hemen!” “Aybaba yarın akşam Hasan Cemal beyleri ayarladım Yakup’a olur mu?” “Aybabacım acilen Canan’ın gönlünü alman gerekiyor” “Aybaba Emine’nin ameliyatı başarılı!” “Aybaba Sevan’ı çok berbat bir yere koymuşlar...”
Kitabın adına “Red Türküleri”ne odaklanıyor gözüm. O kelimeyi seçtiği anı düşünüyorum Okay’ın. Fransızca aslı “Şarkılar ve Yakınmalar” olan derlemelerden bir derleme. Fransızca yayıncısı seçtiği şairler gibi bir direnişçi ve şair, Pierre Seghers. “Red” Okay’a ait bir kelime diye düşünüyorum. Derlendikleri kitabın Fransızca adından çok daha yakışan bir isim “Red Türküleri” bu derlemeye. Türkü, Fransızcayı Türkçeleştirirken, Türkçeyi şarkılaştırıyor. Çünkü şiirlerin ruhu var o kelimenin içinde. Çünkü her şiirde, her satırda Okay’ın seçtiği her kelime o “red” ruhunu yaşıyor dolu dolu. Gözleri, kalın merceklerinin arkasından harfleri takip ederken, sigarayı hep ağzına yakın tutan elinin baş parmağıyla genç bıyığını hafif hafif taradığını, sonra dumanı iyice içine çektiği keyifli anı görüyorum. Sabaha karşı olmalı. Seksenli yıllar olmalı. Kelimelerinde o tarihlerin sancıları. Fransız direniş hareketinden şair Rene Char’ın 1940’lı yıllarda faşizme karşı direnirken Yüzbaşı Alexander imzasıyla yazdığı, 1945’de “Özgürlük” adıyla yayınlanan şiirini çeviriyor:
“Rene Char ,Yüzbaşı Alexandre adıyla Direniş hareketinin başarılı komutanlarından biri olarak ün kazadı. Bu dönemde yazdığı şiirleri kurtuluştan sonra yayınlandı.”
Hem tanyerinin ağarmasını hem şafağın şamdanını andıran o beyaz çizgiden çıktı geldi,
İradesiz kıyılardan geçti, yarılmış tepeleri aştı.
Dönek yüzlü vazgeçme, yalanın kutsallığı, cellâdın alkolü tükeniyordu.
Kör bir koç değildi sözü, soluğumun yazıldığı bir perdeydi.
Yalnız yokluğun ardında zor yönelten bir yürüyüşle geldi
O beyaz çizgiden, yarasının üstünde bir kuğu.”
İradesiz kıyılar, yarılmış tepeler... Dönek yüzlü vazgeçme, yalanın kutsallığı... Hele hele celladın alkolü ve onu takip eden yeni satır: Kör bir koç değildi sözü, soluğumun yazıldığı bir perdeydi.
Okay değil o artık, o an benim kulağımda Rene Char. Direniş hareketinin başarılı komutanı, kalem adı Yüzbaşı Alexander.
Bir başka şiirde Paul Eluard o:
“Özgürlüğün, umudun şairi. Özgürlük şiirini yazmaya başladığında amacı sevgilisine bir şiir yazmak, en sonunda sevdiği kadının adını açıklamaktı: ama işe koyulunca, kendi deyişiyle kafasını dolduran tek sözcüğün özgürlük olduğunu fark etti. Sevgilisinin adı çıkmıştı aklından ve o unutulmaz şiir doğdu” :
“Okulda defterime
Sırama, ağaçlara
Hem kara, hem kuma
Kazırım adını
Okunmuş sayfalara
Hem de beyazlarına
Taşa küle kana kağıda
Kazırım adını”
Unutulur mu böyle şiir? Özgürlük aşkını taşa, küle, kana ve sonunda şu lime lime sararmış dağılmak üzere olan okunmuş sayfalara kazıyan.
Derken bir bakıyorum Louis Aragon olmuş, Kızıl Afiş’i yazıyor:
“Şiirleri, gerçek bir silah olarak elden ele dolaştı. Tüm yapıtlarıyla direnişin simgesi oldu. Mutlu aşk yoktur dedi. “
Mutlu Aşk Yoktur dedi... diye yankılanıyor sesi. Aragon’un değil, Okay’ın.
“Kızıl Afiş şiirini kendisi gibi şair olan M. Manouchian’a ve onunla birlikte kurşunlanan 21 insana yazmıştır:
Bambaşka bir sabahtı o gün başlayan
Tekdüze rengi vardı her şeyde kırağının
Şubat sonuydu, son anlarınızdı
Sizlerden biri konuştu sessiz sakin
Herkese mutluluk, kalanlara sevgi
Ölürken kin yok içimde ey Alman halkı
Elveda güller elveda zevk ve acı
Elveda hayat rüzgar aydınlık
Ve sen evlen mutlu ol durmadan düşün beni
Bir gün bütün güzelliklerin ortasında olacaksın
Her şey bittiğinde Erivan’da”
Erivan’da şimdi. Michel Manouchian’ın yerinde. Şairin “Uyanık Olalım” adlı göçmen işçiler için yazdığı şiiri çevirirken: “Şair ve partizan. Ünlü Kızıl Afiş olayının baş kişisi. Türkiye’de doğdu. 9 yaşında Fransa’ya yerleşti. Nazi işgalcilerine karşı göçmen işçilerden oluşan bir partizan grubunun askeri önderi oldu. 22 arkadaşıyla birlikte yakalandı. Kurşuna dizilecekleri Nazilerin astığı afişlerle duyuruldu. İdamından önce karısına yazdığı mektupta Alman halkına kin duymadığını belirtiyor ve güzel günlere olan inancını dile getiriyordu. Bu olay Aragon’un ünlü Kızıl Afiş şiirinin kaynağı oldu:
Sizin güneş yanığı yüzlerinizi görünce
Sürekli rüzgar ve yağmurla kamçılanmış yüzlerinizi
Ve gözlerinizde sıvı düşler, yüce alevler
Ruhunuz akıyor benimkine. Nasıl da söylenmez sizin türkünüz...”
Ve “Türkü” adlı şiirin yazarı Madeleine Riffaud oluveriyor: “Şair, gazeteci ve yazar. 18 yaşında direniş örgütüne katıldı. Yakalandı, ölüme mahkum edildi, ancak kaçmayı başardı. L’Humanite gazetesinin muhabiri olarak dünyanın bir çok ülkesinde bulundu. Vietnam’da yaptığı röportajlar, ‘Vietkong Çetecileri Arasında’ adıyla Türkçeye de çevrildi:
Bunlar öldürecek beni yarın,
Siz öldürmeyin onları.
Bu akşam yalnız sevgi dolu yüreğim.
Aynı türkülerdeki gibi
Gözler örtülü
Mavi medille
Yumruğum havada
Kalın Sağlıcakla”
Uyanık. Sabaha karşı olmalı. Sabah dörtten önce yatmayacak. Önünde Jean Cayrol’un şiiri var çünkü ve ‘Uyuyor musunuz’ diye soruyor ona: “Yeraltı çalışmaları sırasında ihbar edildi ve 1941’de Gestapo tarafından tutuklandı. Tuksaklığı sırasında yazdığı şiirleri daha sonra yayınlandı:
Uyanın, kara kış kapıya dayandı
Ölü bir ağız gibi ay kapandı.
Uyanın, kapımıza koydular
Terk edilmiş çocuk gibi kılıcı
Uyanın, ölüm çoktan mahmuzladı atını
Yankılanıyor nal sesleri gazetelerde
Uyanın, çelik eldivenli insanlar
Gece elveda dedi vadinin derinliğinde”
Dişlerini sıkıyor. Kızmış gibi yapıp üzerime saldırdığı zamanlardaki gibi sıkıyor dişlerini. Bir bakıyorum, o gece çevirdiği, işgal altındaki bölgelere silah taşıyan, gizli yayınlarda yazan Pierre Emmanuel’in “Dişler Sıkılı” şiirindeki gibi sıkıyor dişlerini:
“Nefret ediyorum. Sormayın nedir nefret ettiğin diye.
Dilsiz dünyalar var insanlar arasında
Ve uçurumun üstünde bitkin bir gökyüzü
Ve ölülerden tiksinme. Sözcükler var birbiriyle vuruşan
Yüzsüz dudaklar, karanlıkta birbirine yalan söyleyen
Yalana teslim bir hava var ve Tanrısal ses
Ruhun gizine kadar işleyen ama bir de
Kanlı ateş var, özgürlüğe çılgın istek
Milyonlarca sağır var dişleri sıkılı
Akmaya henüz başlayan kan var ya
Nefret var işte bu yeter umutlanmaya”
Babam haklı. Şair olmasa bunları böyle çevirebilir miydi? Ama o şiir yazmayacak. Çünkü içindeki red ruhu kendi şiirini yazmasına manidir. Çünkü o silahlı direniş yolunda dağa çıkmak için arabaya binmiş ama yolun başında arabadan inmiştir. Çevirileri yaparken kütüphane odasındaki kahve masasının üzerine bir kaseye yerleştirdiği o mermilere dalar gözleri. O gün dağa götürmediği mermilere. Bilir. O ne Rene gibi gözü pek bir komutandır, ne şiirleri gerçek bir silah gibi elden ele dolaşan Louis’dir, ne de Kızıl Afiş hadisesinin başkişisi Manouchian. Kendi kelimelerini yakıştıramaz idealine. Yazdığı romanı yırtar yakar atar.
Ölümünün yaklaştığını hissettiği zamanlarda “her şeyi yazacağım” diye haykırır. Ve ölçüp biçip “Bu da geçer ya hu” ile kapatır hesabı. Çünkü kör bir koç değildir sözü, soluğumuzun yazıldığı bir perdedir.
www.sebnemsenyener.com