İstanbul’da yaşabilmek için bir bisiklet, bir yelken, bir kayık, bir de at gerekse topu topu. Elektrik toplu taşımacılığa ayrılsa. Tekerlekli arabanın yetişmediği yerde, sadece yaşlıların, özürlülerin ve bebeklerin ayrıcalığı olsa motorlu araç. Gökdelenlerin kuşattığı şehri, araçların karınca kıyamet doldurduğu tepeleri, ormanlar, ağaçlar, karanfil ya da güzel kokulu başka çiçekler, sebze ya da meyva bahçeleri sarsa. Boğazda, gün doğumunda yürürken al tanı, sabah güneşinde yürürken köprüyü, öğle vaktinde karşı kıyıyı görebilmek mümkün olur mu acaba yine? Gökyüzü ve boğazın suları kendi rengi maviye kavuşur mu bir gün? Bronşit, alerji, burun akıntısı, akciğer, geniz, boğaz iltihapları ve diğer nefes hastalıkları azalır mı?
Sülfür bulutlarına bürünerek tesettüre girdiğinde yeryüzündeki cehennem haline dönüşen şehirde, hava kirliliği ile başa çıkmanın yollarını arayanlara önce Londra açar sayfayı. Sisiyle tarihi yaratan şehir Londra.
On yedinci yüzyıldan itibaren Londra’yı günden güne giderek daha yoğun şekilde saran sisin hikayesi, yirminci yüzyıl ortalarındaki büyük facia yaşanıncaya dek kamu sağlığının iş dünyasının çıkarlarına harcanmasıdır.
On sekizinci yüzyıl ortalarında beyazlığını kaybeder Londra’nın sisi. Grinin tonları, sarı, yeşil, kahverengi ve siyaha dönüşür. 1870’lerde Paris’te devrimden Londra’ya kaçan ressam Claude Monet sisin içinde kaybolan şehre ve sisin bu rengarenk haline hayran kalıp tablolarına işler. Her gece eve dönenlerin yakacakları ateşi, bacalardan tütecek dumanı ve kısa sürede şehri iyice saracak kömür dumanı dolu sisi bekler. Şehir kefenini kuşandıkça silinir gider Monet’nin fırçasında. Ama o bir sis romantiğidir. Bir gün beklenmedik bir şekilde beliriveren masmavi gökyüzü onu telaşa sürükler. “Tablolarım bomboş kalacak şimdi!” korkusuna kapılır. Korkusu boşa çıkar. Mavi gökyüzü kapatır yüzünü açmamacasına. Londra sanatçıları stüdyolarının pencerelerinden kaybolmakta olan şehri gördükçe veryansın eder: “Bize Aydınlık Bağışla!” Resimlerinin ihtiyacı olan ışığı bekler umutsuzca.
On dokuzuncu yüzyıl İngiliz edebiyatı varlığını sise borçludur. Büyük kalemlerin çoğu nefes ve gögüs hastalıklarıyla mücadele içinde üretir en önemli eserlerini. Ince hastalık bırakmaz yakasını edebiyatın. Yirminci yüzyıl ortalarına dek İngiliz edebiyatı sis rengindedir. Nefes alınmaz sokaklar ve hayatın rengi gibi karamsar, depresiftir. “Belli bir kahverengi tonu kadar nettir.” Charles Dickens’ın Kasvetli Evi’nin rengidir o. Sherlock Holmes’ün Baker sokağının da. Londra’lıların hiç sevmedikleri “bezelyenin suyu” rengi gibi yeşilimsidir biraz bazen. Sise o sebeble bu ismi verirler.
Endüstri devrimi şehre fabrikalarını kurup, işçilerini taşıdığında. Nüfus milyonları aşıp, çoluk çocuk ana baba eve ekmek getirmek peşine koşturduğunda. Fabrika bacasının tütmesi iyi haber, evin bacasının tütmesi ise daha iyi haberken. Akşam sofrası sıcak bir “bezelyenin suyunu” aş etmeyi beklerken.
Tüten kömürden fosil yağın çamurlu, sülfür emisyonları daha öncesiyle kıyaslanmayacak bir hızla yayılır atmosfere. Londra’nın ünlü çamurlu sisi bu şekilde peydahlanır. Küçük tepelerle çevrili olduğu için şehir ve tam içinden büyük bir nehir geçtiğinden, sıcaklık değişimine dayalı olarak oluşuveren sise elverişlidir zaten. Sıcak hava soğuk havayı günlerce altına sıkıştırır. Bu ortamda yanan kömür şöminelerinden ve fabrika bacalarından çıkan sülfür dolu duman atmosferin yüksek kademelerine yükselemeyip doğal sisi sarı, kahverengi, yeşil ve siyaha bulayıp kalınlaştırır. “Bezelyenin Suyu”na benzetir. Çoğu zaman o kadar kalındır ki, insanlar siste yürürken kendi ayaklarını dahi göremezler. Şehir büyüdükçe sis kalınlaşır, sıklaşır. Sonunda iyice yerleşir şehre ve bir daha kalkmaz yerinden.
Kayıtlara göz atıldığında görülen o ki, Londralılar sisin tehlikelerinden her zaman haberdardı. 1800’lerin ortalarından itibaren Londra gazeteleri , bronşit ve diğer nefes hastalıklarına bağlı ölümlerdeki istatistiki artışı gösteren haberler, tıbbi açıklamalarla dolu. Aynı tarihlerde edebiyatta, Londra’nın tüm nüfusunun sis nedeniyle öldüğü, şehrin virane olduğu fantazileriyle örülen uyarı dolu romanlar mevcut.
Sis, suç için iyi bir örtü. “Yol Aydınlatıcıları” denen gençler, ellerinde taşıdıkları meşalelerle, sisli karanlık sokaklarda yol göstererek üç beş kuruş ek para kazananlar. Tabii bunlar arasında arsızı hırsızı mevcut. Müşterilerin zafiyetini hissedip onları çıkmaz sokaklara götürerek soyup öldürenlere elverişli sisli akşamlar. Hırsızlar sisten yararlanarak evleri daha kolay soyar oldular.
İki yüzyıla yakın zaman her seferinde parlementoya sunulan duman azaltıcı tedbirler paketi hasır altı edildi, sulandırıldı, etkisiz hale getirildi. Her seferinde kamu sağlığının üstüne çıktı iş adamlarının çıkarları. Bacaların düzenli temizlenmesine bütçesi yetmedi işçi ailelerinin. Ocaklarını yenileyemediler. Kömür ateşi ve şömineler İngilizlerin övündüğü bir kültür haline geldi birden.
Böylece bütün uyarılara rağmen savaştan yeni çıkmış, bombardımanla yıkılmış halinden yeni toparlanmaya çalışan Londra’yı vurdu sis düşmandan beter. 1952 yılında “Büyük Katil Sis” beş gün sürdüğünde yaklaşık 4000 kişiyi öldürdü. Londra için bu kabul edilemez bir rakamdı. 1956’da çıktı parlementodan temiz hava yasası. Havanın temizlenmesi 1962’ye dek sürdü. O tarihten beri geri dönmedi Londra’nın kirli sisi.
2015’in ilk dört gününde, Londra’da Oxford sokağındaki hava kirlilik düzeyi bir yıl için saptanan limiti çoktan aşınca alarm zilleri yeniden çalmaya başladı. Bu sefer coğrafya aynı, hava kirliliğinin sebebi ise motorlu araçların yaktığı benzin. Sise dönerse Londra, umutsuz bırakacak İstanbulu da, dünyanın geri kalanını da puslu hava.
www.sebnemsenyener.com