ŞEHİR TELLALI
New York - Londra - Roma
|
Bu satırları yazarken mırıldanıyorum: “Hatırla sevgilim o mesut geceyi/ yıldızların altında verdiğin buseyi/beni mecnun ettin/ sende olasın/ aşkımı inkar eylersen Allahtan bulasın” Muhlis Sabahattin Ezgi’nin şarkısını. Şimdi annem duysa hemen düzeltecektir, yıldızların değil çamların altında, mecnun değil, mesut ettin diye. Hafıza bu, nedense değiştiriyor kelimeleri kendince diyeceğim cevaben ben de. Gülüşeceğiz.
Londra’da İtalyan Kültür Merkezi konuğuydu son filmi 'Annem' ile övgüler toplayan yönetmen Nanni Moretti. İtalya’da İkinci Dünya Savaşı kuşağının en önemli kadın Yahudi yazarı Natalia Ginzburg’un yüzüncü doğum yıldönümü vesilesiyle hatıra ve hafızaya dair kitabı 'Sevgili Michele'den pasajlar okudu. Mektuplarla örülü kitabın hafıza ile ilgili bölümleri su gibi berrak, duygu yüklü, tertemiz. İkinci Dünya Savaşının hafıza sınavını geçmiş, pırıl pırıl bir kalemin sesi, 1970’li yılları geri getirdi bütün dinleyenlerin ve hatırlayanların aklına.
Mektup en sevdiğim yazı türü oldu hep. Belki yazmaya mektupla başladığım için. İlk romanım Bir Türk Casusunun Mektupları da bu sevginin ifadesidir. 1980’lerin sonunda tanıdım Jose Arbeq’i. New York’ta Birleşmiş Milletler’de. İkimizde gazeteciydik o zaman. Jose, Troçkist sendikacı bir entellektüeldi, Brezilya’nın Folha de Sao Paulo gazetesi için çalışıyordu. Ben Cumhuriyet gazetesinin New York muhabiriydim. Gurbet yüzümden gözümden aktığı için olsa gerek, bir gün nostaljiden açıldı konu. “Saudade” dedi Jose “nostaljiden farklıdır, geçmişte yaşanmamışa duyulan özlemdir." Öyle etkiledi ki beni, kafamın içinde derin bir yerde yakılandı Jose’nin kalın sesi. Ne kelimeyi ne sesi bir daha unutmadım. İlk romanıma, ‘Bir Türk Casusunun Mektupları’na ilham verdi o kelime. O yankıyı hala hatırladığıma inanıyorum bugün. Böylece “saudade,” asla unutmayacağım bir anın sessiz yankısı olarak kaydoldu zihnime.
Bir süre sonra, okurunun hafızasına romanları kadar “insanın iktidara karşı mücadelesi hafızanın unutmaya karşı mücadelesidir” şeklindeki ifadesiyle yerleşen Çekoslovakyalı romancı Milan Kundera bir makale yazdı New Yorker dergisinde, hafıza ve hatıra üzerine. Makalede nostaljinin değişik dillerdeki yorumu da vardı. Ama Portekizce saudade kelimesini nostalji ile eş anlamlı diye anlatıyordu Kundera. O zaman ilk defa Jose’den şüpheye düşüp Brezilyalı ve Portekizli dostlara danıştığımı hatırlıyorum. Kimi Jose’yi yalanladı, kimi Kundera’yı.
Marcel Proust yetişti imdadıma o an: “Geçmişe ait şeylerin hatırlanışı, illa da onların geçmişte olan haliyle hatırlanışı değildir” diyerek yedi cilt dört bin sayfada hafızaya dair ne varsa anlatılacak anlatıp bitiren ve aslında hiç kimseye yazacak bir şey bırakmayan eşsiz hafıza katibi o.
Buna rağmen Rus asıllı romancı Vladimir Nabokov aşkla tanımlamayı denedi hafızayı: “Bana kalırsa bir aşk meselesi; bir hatırayı ne kadar çok severseniz o kadar kuvvetlenip tuhaflaşır” diyerek.
İtalyan şair Dante Alighieri yıldızların altından seslendi: “Unutma bu geceyi… her zamanın başladığı yer olduğundan” ve İngiliz şair John Keats hafızanın duyularını hatırlattı: “Dokunmanın hafızası vardır!” dizesiyle.
Derken Colombia’lı romancı Gabriel Garcia Marquez isyan bayrağını çekti, ‘Melankoli Fahişelerimin Hatırası’nda: “…derken her şeyi yerli yerine koyma saplantımın düzenli bir zihnin değil tersine tümüyle dağınık doğamı saklama amacıyla tarafımdan icat edilmiş bir ört bas sistemi olduğunu öğrendim. Disiplinim bir meziyet değil de aslında dağınık dikkatime bir tepki imiş meğer. Bonkörlüğüm de pintiliğimi ört bas etme çabasıymış. Pek ahlaklı geçinmeme rağmen aslında aklım fikrim şeytanlıktaymış. Uyumluluğumun sebebi ise bastırılmış kızgınlığım imiş. Pek dakik olmamsa başkalarının zamanını umursamayışımın ifadesiymiş. Özetle, bütün bunlardan sonra öğrendim ki aşk bir ruh hali değilmiş efendim, aslında bir burç meselesiymiş!”
Marquez’in isyanına hak verdi filozof Friedrich Nietzsche övdü unutanları: “Kırdıkları potlar dahil yaptıklarını hep iyi taraftan hatırladıkları için unutanlar bin yaşasın!” diye.
Allahtan Alman romancı W.G. Sebald yetişti ve ilk kelimesini dokuz sayfa önce yazdığı cümlesini asla unutmadan mükemmel bir kompozisyonla tamamlayarak hafızayı temize çıkardı.
İngiliz romancı Julian Barnes: “Hayatımızın hikayesini kaç kere anlatırız? Düzenler, yeniler, bir yerlerini keser de tekrarlarız? Hayat uzadıkça çevremizdekiler azaldıkça anlattıklarımızı düzeltip, bize hayatımızın, hayatımız olarak anlattığımız hikaye olduğunu, başkalarına anlattığımız ama aslında kendimize anlattığımız hikaye olduğunu söyleyecekler azalır” ifadesiyle katıldı ona ‘Sonu Hissediş’inde.
Hikayeci Raymond Carver da, Barnes’ın tarafından tuttu hatırayı: "Vaktiyle seni deli gibi sevmiştim. Bütün dünyadaki her şeyden çok sevmiştim. Düşünebiliyor musun? Ne komik geliyor şimdi değil mi? Ne kadar içli dışlı mahremdik bir zamanlar. İnanılır gibi değil. Biriyle böyle içli dışlı olabileceğine inanamıyorum şimdi. Öyle içli dışlıydık ki kusacağım. Bir daha kimseyle öyle içli dışlı olabileceğime inanmıyorum. Olmadım zaten.”
Bu hale düşünce hafıza, “Temiz bilinç kesinlikle hafızanın zafiyetinin işaretidir…” diyen Amerikan hikayeci Mark Twain’e hak vermeme imkanı kalır mı elde?
www.sebnemsenyener.com