ŞEHİR TELLALI
New York - Londra - Roma
|
Tarih 8 Kasım. Amerika Birleşik Devletleri’nde seçim günü. Hayat zaten olmuş bitmiş bir durumu resmileştirmekte. Malum. O, hep kazanan tepeden tırnağa New Yorklu, yine kazandığını, hırsından çatlamış tir tir titreyen bir kadının sesiyle ona duyuracak telefonu bekliyor. Ku Klux Klan sokağa çıkma hazırlıklarına başlamış. Meksika olağanüstü hal arifesinde. Kanada tedirgin.
Hava karardığında beş saat ileride Londra’da Old Vic tiyatrosunda hayatını sahneye adamış oyuncu Glenda Jackson Shakespeare’in Kral Lear’ini canlandırıyor. Parlemento üyeliği dahil siyasi faaliyetleri nedeniyle yirmi beş yıl ara verdiği sahneyi özlemiş. Öfkesi seksen yılı geçen yaşı kadar büyük. O nedenle Shakespeare’in seksen yaşındaki deli kralı Lear’ini kendisi gibi oynuyor.
Oyunun en güzel satırlarından biri gözleri kör edilen Gloucester’a ait: “Delinin körü yönettiği veba vakti ” ifadesi. Sahneleme sorunları tiyatrodaki seyircileri kör ve sağır ettiği için o güzel cümle çınlayamadan geçiyor gürültünün içinden. Allahtan deli Kral Lear durumun farkında. Oyunun yazarı Shakespeare Kral’ın imdadına koşturuyor anında: “Gözün yoksa kulağını kullan!”
Bir anda dünya o trajik sahneye dönüşüyor. Üzerindeki bütün insanlar da oyuncuları. O sahneye girip çıkıyorlar. Koskoca ülkeler bir aile dramının içinde kavruldukça. Amerikan seçimlerindeki başkan adayları bir yaşlı baba ile anne rolünde o sahnede. Boşanma davasını yaşıyor aile. Saç boyası, plastik ameliyat bir yığın makyaj malzemesiyle, veryansın ediyor birbirine... Çocukları dehşet içinde kulaklarını tıkamış, bu belden aşağı ölümlülüğe bakmamaya çalıştıkça. Delirmiş bir “ben” kuşağı öfkesini kusuyor ortalıkta ne varsa her şeyin üstüne... “ben” de “ben” deyip duruyor “ben” ve “ben”.. Bu veba vaktinde bir yığın deli, milletlerinin gözünü çıkara çıkara, kör edip edip yönetiyor vura vura, kıra kıra.
Aynı Shakespeare’in “Siz Nasıl Buyurursanız” adlı oyununda tasvir ettiği gibi:
Bir adam bir kaç rolü birden oynuyor bazen. Yedi farklı yaşını canlandırarak: önce hemşirenin bağrında mızıldanan, kusmuklu bir bebek olur. Derken sırt çantasıyla okul çocuğu. Sabah yüzü parlak sümüklü böcek hızıyla isteksiz okul yolunda. Derken aşık peşinde kaynar kazan gibi sevgilisinin kaşlarına yazdığı şarkısında. Asker olur, tuhaf yeminler eder, bürünür saç sakala. Onuru kıskanır, tartışır fevri ve baskın. Her balonun peşine düşer bir etiket ümidiyle. Topun ağzında bulur kendini. Ve adalete gelince, yargıçtır tavukla beslediği koca göbeğiyle, gözleri sert, bıyığı kaytan, yıgınla bilgelik ve modern dava yumurtlar. Ve rolünü böyle oynar. Altıncı yaş eritir onu, üzerinden düşer pantalonu, burnun üzerinden kayar gözlüğü, yandan sarkar kesesi, gençliğinden sakladığı çorapları hala yeni, bol gelir dünya ona, çekmiş küçülmüş o büyük erkek sesi, çocuksu tınısına döner titrek, mızıklayıp tıslayarak. En son sahne, bu tuhaf tarihi bitirir, onun ikinci çocukluğudur, dişsiz, gözsüz, tatsız, hiçbir şeysiz o bilinmez.
O Kral Lear’de kendini deliye teslim eden kör Gloucester kapatır sahneyi: “Gidecek yolum kalmadı göze ne gerek!”
www.sebnemsenyener.com