Cumhuriyetimiz, otuzlu yaşlarda.
1961 staj yılı ve bir duruşma oturumu.
Türkiye’nin en büyük illerinden birinde yargıçlık stajımı yapıyordum.
Ağır ceza mahkemesindeyim.
Yargıçların hepsi kadın.
Cezaevinden birini getirdiler. Günyüzü görmeyen teni, kahverengimsi bir renge bürünmüştü adamcağızın.
Hüt dağı gibi şişmiş dosyaya bakıldı ilkin.
Mahkemenin beklediği yanıt gelmemişti.
Savcı, “Beklensin” dedi.
Dâmgâhtaki (cezaevi) sanık, saygıdan uzak, kaba saba bir tavırla savcıyı göstererek:
"Orada oturan bir başka bey, dört yıl önce idamımı istemişti. Artık dayanamıyorum. İdam edecekseniz bu işi bir an önce bitirin!” diyerek yanıtladı.
İlkin şaşırmış, daha sonraları bu sözde duruşma ve oturumu üzerinde çok durmuş, durdukça da kahrolup çarpılmıştım!
Sadece üç bin yıl önce Hitit'lerde değil, kural olarak, yasalarını aldığımız bütün ülkelerde, yoksul Afrika ülkelerinde bile, tek oturumda yapılıp bitirilen o duruşma (Ceza Yargılama Yasası [CYY], m. 190/1), sözüm ona o duruşma, görkemli cübbeleriyle kürsülerinde oturan yargıçlarca bir başka oturuma ertelendi.
Sanık ise ağzından memesi alınmış bir bebek gibi, başını eğerek jandarmaların arasında duruşma salonundan çıkıp gitti.
O anda da çarpılmıştım!?.
Demek, bu sanık, ben, fakültenin ikinci sınıfındayken tutuklanmış; bu arada ben, fakültemi bitirmiş, askerliğimi yapmışım. O ise, tutuklandığı günlerden bu yana ölüm cezası tehdidiyle yargılanıyor, her gün “Beni ne zaman asacaklar!?” korkusu, kaygısı içinde yaşayıp gidiyordu.
Duruşma oturumundan sonra dava dosyasını incelemiştim. İlk oturumda sanık, ikinci oturumda tanıklar dinlenmiş, daha sonraki oturumlarda ise çeşitli işlemler yapılmış, her oturuma değişik yargıçlar katılmıştı.
Elbette ahlaksal ve hukuksal değerlerin taşıyıcısı ve haksızlığı dışlama bilincinde olan yargıçlar, herkesin güvendiği, Kant’ın tanımıyla “iç mahkememiz”i, Juvenalis’in benzetmesiyle “içimizde gizli kırbaç taşıyan cellat”ı, yani değerlerin sesi olan “VİCDAN”ı doyuran, ahlaki temelde gelişen hukuka göre adaleti gerçekleştirmek zorunda olan insanlardı.
Öyleyse ölüm cezası ve tehdidiyle yargılanan biri, yargılama sürecinde, özellikle de duruşma aşamasında hukukun haklarla ve özgürlüklerle donatılmış, John Rawls’un (1921-2002) deyişiyle “toplumsal kurumların birinci erdemi” sayılan adalet beklentisi içinde bulunan bir hukuk öznesi miydi, yoksa nasıl olsa ölecek gözüyle bakılan sıradan bir kurban adayı, bir araç mıydı?
Yargılanan kişi gerçekten bir “hukuk öznesi” ve yapılan işlem de gerçekten bir “duruşma” ise bu duyarsızlık, bu mesleki yozlaşma nasıl bir gerekçeyle açıklanabilirdi?
“Cezaevi” her şeyden önce hiç kuşkusuz bir hukuk terimidir; cezaların yerine getirilmesi (infaz) hukuku alanında yer alan bir kavramdır.
Ne var ki bu terim, bu kavram, çok yozlaşmıştır, Türk uygulamasında. Çünkü bu terim, bu kavram, Kafka’nın “Gregor Samsa”sı gibi, zaman içinde bir tür kulak çekme, hatta ders verme böceğine dönüştüğü için halk dilindeki gerçekçi karşılığı, çok uzun yıllardan bu yana “zindan” (karanlık yer) ya da “dâm”dır (tuzak).
Nitekim bizim kültürümüzde bu nedenle azılı suçluların yattığı dâmları el altından yöneten bir “dâm ağası” bile vardır.
Acaba bu sanık, suç işlediği için mi bir cezaevinde yatıyordu, yoksa bir iftira nedeniyle “dâm”a, yani tuzağa mı düşürülmüştü?
İşte bu düğümü çözmekle yükümlü yargıçlar, birkaç yıldan beri bu görevlerini bir yana bırakmışlar, duruşmayı ertelemek için hukuksal gerekçeler değil, saçma bahaneler aramaktaydılar.
Bu davayı izleyenler üzerinde en azından bu izlenimi bırakıyorlardı.
Ve ben hukukçuluğumdan utanmış, kahrolmuştum.
Elbette bu drama bugün bile başkaldırmaktayım, her anımsadığımda da kahrolmaktayım.
Bu yüzden beynimde uyanan soruları sorduğum görevdeki kıdemli hukukçular, söylediklerimi ya yadırgamışlar ya da bunlara “Sen neler diyorsun be adam?” yahut da “Hadi canım sende!” havası içinde gülüp geçmişlerdi.
Bense bu olayı, ömrüm boyunca hiç unutamamış, insanlarımız adına yanıp ağlamışımdır.
Ne var ki, dünden bugüne durum hiç değişmemiştir. Aynı sahnelere bugün de tanık olmakta ve hâlâ ağlamaktayım.
Halkımızın deyişiyle “yüzünden düşen sinek kırk parça” olan o ciddi görünümlü, aslında ise, Atatürk Türkiye’sinin çağcıl (moderne) yüzü olması gereken kadın yargıçlarına “Çabuk karar verin. Doğru karar verirseniz on sevap, yanlış karar verirseniz bir sevap kazanırsınız” ya da “Yargılamayı, duruşmayı kolaylaştırın, zorlaştırmayın!” (Buharî, 3:72; Müslim, Cihâd, 1732) hadislerini; biricik yol gösterici bilime hiç mi hiç danışmayıp kendilerinden öncekilere öykünen o hukukçulara, “Asla öykünmeyin, sık sık bilime danışın” (Kur’an, Müzzemmil, 4), “Aydınlanma”nın çocuğu bir hukukçu olarak “Düşünme yürekliliğini gösterin!” (Kant) demeyi ne çok isterdim!?
Çünkü sürekli düşünen beyinlerin en güçlüsüyle evrenin sırlarını çözerek insanları aydınlatan Einstein’ın dediği gibi “Evrende en büyük yitik, sorgulama gücünü yitirmiş beyindir.”
Özellikle de hukuka uygun biçimde yürütülen ve her duruşmada yaşanması gereken; aslında sağlıklı diyalektiğin kurulduğu, tek oturumda biten ve de akıllar, görüşler yarışına, tartışmasına, çoğu zaman “Temiz bir vicdandan daha yumuşak yastık yoktur” (il n'y a pas d'oreiller plus doux qu'une conscience claire) bilincine dayanan “vicdani kanı”ya denk düşen bir “yargı”ya (hüküm) ulaşma çabasıydı. Suçbilimci Braithwaite’ın dediği gibi, hiçbir insan, kendi vicdanı karşısında hiçbir şey saklayamaz. Toplumsal tepkinin utandırarak eğittiği vicdan ise, kişiye “dur” diyebilen biricik denetim gücü; yani insanın içindeki yargıçtır.
Evet, evet, bu yazılarda sık sık değinilecek olan “vicdani kanı” gibi başat ve odak bir kavram üzerinde durulurken özellikle yargılama hukukunda, bir ceza davasında, bir boşanma davasında “vicdan” kavramının küresel bir terim olduğu hiçbir zaman asla unutulmamalıdır. Nitekim dilimizde her boydan insanın yaygın olarak kullandığı “vicdan” (T. duyunç, L. conscientia, Y. Συνείδηση, Al. Gewissen, F. ve İn. concience, İ. coscienza, İs. conciencia, Prt. consciência) sözcüğü, Arapça “vecd” kökünden türetilmiştir. Vicdan olgusu, kişinin kendi niyeti ya da davranışları hakkında kendi ahlak değerlerini temel alarak yaptıklarını ya da yapacaklarını ölçüp biçtiği, dolaysız dolansız yargılarda bulunduğu, kişiye doğruyu ve iyiyi yapma yükümlülüğünü yükleyen bir iç güç, dolayısıyla insana özgü bir kişilik özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte bu durumuyla vicdan, sadece yargılamada değil, birçok dinde de, felsefi akımda da, gizemcilikte (mistisizm) de elbette önemli bir kavram ve terimdir.
Bu yüzden, ruh bilimsel bilinç, kişinin kendi ruhsal etkinliğini bilmesi; ahlaksal ve felsefi bilinç, nesnel olarak bu etkinlikler konusunda kişinin yargıda bulunmasıdır. Bütün bu değer yargıları, özellikle anadili Latince olan dillerin sözcüklerinin başında yer alan ve birlikteliği anlatan Latince “co” önekiyle anlatılmıştır (Grevisse, Maurice Le bon usage, grammaire française, 9. Baskı, Paris, 1969, n. 146; Larousse étymologique, Paris, 1971, s. 191; Robert, Dictionnaire alphabétique / analogique de la langue française, Paris, 1973, s. 332).
Nitekim bilindiği üzere Montaigne, “vicdan üstüne” (de la conscience) adlı düşündürücü denemesinde şunları söylemektedir: “Vicdanın çabası çok şaşırtıcıdır! Bizi ele verir, suçlar, kendimizle savaştırır ve ortada yabancı tanıklar yoksa kendimize karşı tanıklık ettirir. O, ‘gizli kırbacıyla sürekli zihnimize eziyet eder’ (occultum quaties animo torture flagellum. Juvenalis) (…) Platon’un ‘ceza suçu izler’ sözünü düzelten Hesiodos, ceza ile suçun aynı anda doğduğunu belirtir (…) kötülük, kendisine karşı işkenceler üretir (…) nasıl arı, başkasına sokunca iğnesi ve gücü onu zayıflatırsa (…) ‘pek çok insan (da), gizli kalmış suçlarından dolayı kendilerini suçlamıştır’ (Lucretius) (….) ‘hiçbir suçlu kendi yargıçlığından kurtulamaz.” (Montaigne, Michel de, Essais, texte établi et annoté par Robert Barral en collaboration avec Pierre Michel, France Loisirs, Paris, 1967, s. 223, 224).
Bu yüzden bir bakıma Piaget'nin “özerk ahlak” kavramı vicdan ile örtüşmekte; iç mahkememizi, insanı hayvandan ayıran ve üstün kılan özelliğimizi vurgulamakta; Rousseau, vicdanı aklın önüne koymakta; Kant, Pratik Aklın Eleştirisi’nde şöyle demektedir: “Kişi, yasaları çiğnediği zaman nasıl bir gerekçe bulursa bulsun susturamadığı bir iç davacı; kendisini aklamak için yaptığı bütün uğraşlara karşın şaşırtıcı ve pişmanlık duygusunu yaşatan bir güç olmuştur her zaman: Vicdan.”
Nitekim bilindiği üzere çoğu zaman akıl evet derken, vicdan hayır diyebilmektedir. Çünkü vicdan, en güvenilir ve insanı hayvandan ayıran bir eğitmendir. Bu yüzden de hemen her dilde “vicdanlı insan” ya da “vicdan sahibi insan” (homme de conscience), vicdan muhasebesi, hesaplaşması (examen de conscience) gibi deyişlere yer verilmiştir. (https://kemalsayar.com/insana-dair/vicdan).
“Vicdan” olgusuna varoluşçuluk açısından yaklaşan Martin Heidegger göre ise, vicdan, Kant’ın onu bir mahkeme olarak anlamasına ve çoğunluğun zihin, istenç (irade) duygu güçlerine dayandırmasına karşın, “varlık her yerdedir” görüşünden ve “orada” (Da) olma (sein), olmayı ya da olmamayı seçmekte özgür bulunan varlık anlamına gelen, dolayısıyla dünyaya fırlatılmış bir varoluş biçimi olan “Dasein” kavramına, dünya ile kurduğumuz ilişkinin ruh durumuna dayanarak kendisini sahici varlık olanağı olarak görmek, tümevarım içinde olgusal kılmak, başkalarının seslerini de duyabilmektir. Dolayısıyla herkeste var olan vicdan, insana bir seçim yapmak, eylemde bulunmak ve bunların sorumluluğunu üstlenmek gerektiğini söyler durur. Kısaca herkes, durmaksızın kendisine çağrıda bulunan bir vicdan sahibidir. Bu ses ise, aslında Dasein’ın içinden gelir (Ayrıntılı bilgi için bkz. Heidegger, Martin, [Kaan H. Ökten]), Varlık ve Zaman, İstanbul, 2011, n. 54-60; Heidegger, Mar-tin, [François Vezin], Être et Temps, Paris, 1985, n. 54-60; Inwood, Michael, [Nursu Örge], Heidegger, Ankara, 2014, s.116-118).
Bryan Singer'in yönettiği ve Tom Cruise'nin başrolü üstlendiği 2008 ABD-Almanya ortak yapımı savaş filminde, “Valkyrie”de, Hitler’e karşı 20 Temmuz 1944 tarihinde gerçekleştirilen bir suikast anlatılmakta ve Stauffenberg, kesik koluyla Hitler selamı vermeye zorlanmaktadır. Bunu zorlayan kişi ise, aslında bu suikast planını bildiği halde bu plana göz yuman, suikast başarısız olunca da kraldan çok kralcı kesilerek suikastçıları kendi avlusunda kurşuna dizdirten General Friedrich Fromm’dur. Filmin, Stauffenberg'in kesik kolla Hitler selamı vermesinden sonra en çarpıcı ikinci karesi ise, filmin sonundaki dört satırlık şu yazıdır: “Utandırmadınız; kendinizi savundunuz. Üstelik uyanıklığın en çarpıcı işaretini, yani özgürlük, adalet ve şeref adına sıcak yaşamınızı harcayarak siz verdiniz.”
Filmin sonunda ise, kahramanlar şöyle tanımlanmıştır: “Dünyanın en karanlık saatinde öbürleri buyruklara boyun eğerken, onlar vicdanlarını dinlediler.”
Yargıçlar da böyledir. Onlar da, her türden dış ve iç, psikolojik etkeni dışlayarak, ne pahasına olursa olsun, yalnızca duruşmadan edindikleri vicdanı kanılarına boyun eğeceklerdir.
O kadar.
Bütün bu nedenlerledir ki hukuka, hukukunu aldığımız ülkelerdeki hukukun değişmez uygulamasına göre, kural olarak tek oturumda biten duruşmalarda yaşanan zaman, ne parçalanabilir ne de kanıtlar ve olgular, başka yargıçlara aktarılabilir, ciro edilebilir.
Buna karşılık benim ülkemde oturumlardan oturumlara, yargıçlardan yargıçlara aktarılan suç (ceza) ya da hukuk davaları duruşmalarının ne zaman biteceği kesinlikle belirsizdir. Bu belirsizlik ve umutsuzlukla kıvranan nice hak sahipleri, özellikle hukuk davası açmaktan vaz geçmektedir.
Özetle Bertolt Brecht’in dediği gibi, “Dura dura bayatlayan adalet,” Stefan Zweig’ın ''Dünün Dünyası''ndaki sözleriyle ''Çoktan unutulup gömülmemiş,” tam tersine bir kez daha “Eski biçimi ve görüntüsüyle karşıma çıkarak beni çok ürkütmüş” ve o gün bugündür de, beni çok düşündürmüş, çok da üzmüştür.
Elimden başka ne gelebilirdi ki!?.
Şimdi ise artık şu soruyu sormanın tam zamanıdır.
Hiçbir şey değişmeyecekse, insanlar mahkeme koridorlarında aylarca çileler çekip duruşma oturumlarında oturumlarına sürüneceklerse, sürekli yasalar yapmanın, yasaları değiştirmenin ne anlamı var ki?
Hiç kimse, bu ülkede neden yargılamalar, duruşmalar başka ülkelerde nasıl yapılıyor diye hiç merak edip sormuyor?
Unutmayalım: Bilim, merakla başlar.
Ve bizler, bu merakı hiç duymayacak mıyız?
Arkası yarın...
Prof. Dr. Sami SELÇUK
(Eski Yargıtay Birinci Başkanı)
(Eski İ. D. Bilkent Ü. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi)