19 Mart 2019

Duyarsız “beka söylemi”, yığın içgüdüsünü kışkırtabilir

Topluma hiç de inandırıcı gelmeyen yapay bir hortlak, canavar ortada dolaştırılmakta: Beka

Ülkemiz, genel değil, yerel yönetimler seçimine hazırlanıyor.

Ama ortalık toz duman.

Topluma hiç de inandırıcı gelmeyen yapay bir hortlak, canavar ortada dolaştırılmakta: Beka. Yani halkımız, yalnızca oy kullanarak yerel yöneticileri seçmeyecekmiş, bunun çok ötesinde ya var olmayı ya da yok olmayı seçecekmiş?!.

Seçmenin iradesini baskı altına almaya bu korku ortamında duyarlı inançlar üzerinden kimi yığınlar da birbirine karşı kışkırtılmakta; kimi topluluklar ötekileştirilip karşı karşıya getirilerek birkaç oy uğruna toplumsal yaşamın vazgeçilmez bir değeri olan toplum barışı, Türk Ceza Yasası’nın (TCY) anlatımıyla “kamu barışı” çiğnenmekte, tehlikeye düşürülmektedir.

Kamu barışı, insanın bugününden ve yarınından kaygı duymaksızın yığın içinde uyum, dinginlik, güven içinde yaşamasıdır. 

Evet, özellikle ülke sorumluluğunu üstlenenler, üstlenmeye aday olanlar, iki konuda çok duyarlı olmak zorundadırlar.

Bu konulardan birincisi, TCY’nin her yasa gibi, ikinci kitabının topluma karşı suçlara ayrılan üçüncü kısmının beşinci bölümünde düzenlenen “toplum barışına karşı suçlar”ı gözeterek konuşmalarında kullandıkları sözcüklere özen göstermeleridir.

Bunlar arasında kuşkusuz en önemlisi “halkı kin ve düşmanlığa kışkırtma ya da aşağılama” suçudur (m. 216). 

Özellikle bu maddenin birinci fıkrası her an çiğnenebilir: “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklerin sahip bir kesimini, diğer kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

Görüldüğü üzere madde, sayılı ve sınırlı olarak, ekonomik düzen, kan bağı, din, mezhep ya da coğrafi köken açısından başkalıklar sergileyen toplumun dayanışmasını, çoğulculuğunu gözetip korumakta, bunların düşmanlık, kin, öç, nefret duygularıyla ve kışkırtmalarla örselenmesine izin vermemektedir. Her toplumda bal kaymakla beslenen varsıllar, bunlardan yoksun yoksullar; geniş olanaklara sahip kentliler, bönlerden yoksun köylüler gibi sınıflar;  beyazlar, karalar, sarılar gibi ırklar, soylar; Hristiyanlık, Müslümanlık ve Budistler gibi dinler; Hanefiler, Malikiler, Şafiler, Hanbeliler ya da Şia, Haricilik, Mutezile, Müşebbihe, Cebriye, Eşariyye, Maturidiyye gibi mezhepler; kullanılan dil, iktisat, iklim ve bitki özelliklerine göre bölge açısından başkalıklar sergileyen kesimlerini birbirlerine karşı kin ve düşmanlığa kışkırtmak suçtur.

Bu maddeyi herkese, özellikle de özenli bir dil kullanması gereken siyasetçilerle toplum barışını kim örselerse örselesin bu değerin çiğnenmesine göz yummamakla yükümlü “cumhur”un, dolayasıyla cumhuriyetin savcılarına anımsatmak isterim. 

Bu konulardan ikincisi ise, yığın/sürü içgüdüsü ile bir çırpıda ortaya çıkan ve bir yıkıma dönüşen “yığın suçları” (infractions collectives, reati collettivi) ile ilgilidir.    

Ancak, bu konu ne zaman karşıma çıksa ben, M. Kundera’nın “Saptırılmış Vasiyetler”inde F. Rabelais’nin Pantagruel adlı kitabında geçen “Panurge’ün koyunları” öyküsünü anımsar ve düşüncelere dalar giderim.

Anlatayım.

“Pantagruel’in gemisi açık denizde koyun yüklü bir şileple karşılaşır. Şilebin sahibi, gözlüğü başlığına takılı Panurge’ü aşağılamak için elleriyle bir boynuzlu yaratıklara benzediğini anımsatan işaretler yapar. Panurge, o anda öcünü almak için, ondan bir koyun satın alıp denize atar. Bunu gören öteki koyunların hepsi birden denize atlar. Şaşıran tacirler, koyunların kimini postundan kimini boynuzlarından yakalayayım derken kendileri de denize düşerler” (Kundera, [Ö. İnce], Saptırılmış Vasiyetler, İstanbul, 1995, s. 10).

Bu, tipik bir “sürü içgüdüsü” öyküsüdür. Bu içgüdü, zaman zaman insanları da kuşatır. Rastgele bir araya gelen insan yığınları bu içgüdünün etkisiyle yığın suçlarına itilirler.

Hemen belirteyim ki, yığın (la foule, la folla, la masse, la massa), ne toplumdur ne de belli amaçlarla bir araya gelmiş topluluk. Yığın; sözgelimi, bir seçim konuşmasını dinlemek ya da bir gösteri yapmak gibi, her türden ve boydan rastgele, gelişigüzel bir araya gelmiş insanlardan oluşur.

Paris’te yaptığım yüksek lisans tezimde suç ve sorumluluk açısından bu konuyu incelemiştim. Sonuç şu idi: Gelişigüzel oluşan halk yığınlarında toplumsal patlamalara yol açan “yığın içgüdüsü”, her an vardır ve en ufak bir kışkırtmada umulmayan sonuçlara yol açmaktadır. Bu yüzden bilim insanları, yığınların ve “yığın suçu”nun (la foule [masse] criminelle, la folla [massa] delinquente) üzerine eğilmiş, bunun nedenlerini açıklamaya çalışmış; böyle bir yığında suç işleyenlerin kınanabilme, kusurlu olabilme yeteneklerinin azaldığını belirlemişlerdir.

Bilim insanlarının ulaştığı sonuçlar, özellikle kendi çıkarlarını toplum yararlarının üstünde görerek davrananlar,  konuşanlar, özellikle açık alanlarda konuşan siyasetçiler için kesin bir uyarıdır.

Lombroso, “Suçlu İnsan”da yığınların psikolojisine değinmiştir. Ferri, bu düşünceyi geliştirerek şu sonuca varmıştır: İki gazın birleşmesiyle sıvıyı dönüşmesi gibi, dürüst ve erdemli kişiler de yığın içinde dürüst ve erdemli olmaktan çıkmaktadır. Bu nedenle yığınlar, toplumbilimin, ruhbilimin yasalarının dışında; ikisi arasında yer alan “yığın ruhbilimi”nin konusu olmuştur. Pugliese “Yığın Suçu” (1887), Sighele “Suçlu Yığın”, G. le Bon ‘Yığınların Ruhbilimi’, G. Tarde “Ceza Felsefesi” adlı yapıtlarında ve ayrıca Freud, Jung, Adler, Espinas, Reiwald, Morie, Mac Dougall, Robert, Lascoumes gibi birçok yazar, konuyu enine boyuna işlemişlerdir.

Pugliese’ye göre, yığınlar bir buhar kazanı gibidir. Buhar arttıkça basınç, yığın büyüdükçe coşku artar. Güvenlik supabı açılınca enerji; söz gelimi sıradan biri “şu halk düşmanını öldürelim ya da şu yoksulların dostunu kurtaralım” deyince yığın harekete geçer. Yığın sözün doğru olup olmadığını denetlemez; ondaki kör enerji hemen eyleme, çoğu kez de yıkıma dönüşür. 

Toplumsal ruhbilime göre, bireyler yığın içinde baskı altındadır, ruhları başkalaşıma uğramış, istençleri (iradeleri) zayıflamıştır. Yığın içindeki birey, başkalarının görüşlerini denetimsiz benimser. Öykünme ölçüsüzdür. Biri alkışlandığında herkes alkışlar, horlandığında herkes horlar, kaçtığında herkes kaçar. Nasıl bir kuşun kanat çırpması sürünün havalanmasına yol açarsa, yığın içinde de bir çığlık, bir haykırma, bir kaçış tarihteki büyük yığın eylemlerinin nedeni olmuştur. Yığın içinde birey çocuksu, yığınsa acımasızdır. Çünkü topluluğa yığın ya da sürü içgüdüsü egemendir. Topluluğu inandırmak, bireyi inandırmaktan kolaydır. Birey yalnız kalıp kendine geldiğinde bu davranışının açıklamasını yapamaz; yapamadığı için de kahrolur.

Yazarlar, bu olguyu “öykünme”, “telkin”, “manevi bulaşma”, “coşku baskısı” gibi kuramlarla açıklamaya çabalamışlardır.

Gerçekten rastgele insanların oluşturduğu yığın, o anda artık kendisini oluşturan insanların iyi niteliklerinin bir toplamı ve toplum değil; bu iyi niteliklerin aşındığı, azaldığı, yepyeni bir “yığın ruhu”nun bir araya getirdiği insanlar topluluğudur. Toplumda dayanışma ve bağdaşma; yığında öykünme ve telkinden kaynaklanan rastlantı ve geçici bağlar elbette vardır. Ancak değeri, onu oluşturan bireylerin değerine eşit değildir. Yığın ruhunun bireylerin iradeleri üzerinde baskısı açıktır.

Fransız Devriminde kadınların “korkaklar” diye bağırması üzerine erkeklerin yakıldıkları görülmüş; sözden bir çırpıda eyleme geçenler, hiçbir zaman hain, alçak ya da casus olmadıklarını kanıtlama fırsatını bulamadan linç edilmişlerdir. Dracoulides, Pinatel şu örnekleri verirler: Yığın, Bastille Cezaevi Müdürü Launay’i önce hırpalamış, sonra bıçaklamış, nehre kadar sürüklemiş, cesedinin üzerine “hain canavar” diye yazmış; “kafasını keselim” deyince Bastille alanına olanları görmeye gelen, ömründe hiç suç işlememiş olan bir aşçı müdürün kafasını kesmiş, bu yurtseverce davranışının madalya ile taçlandırılmasını istemiştir. 1832’de kolera salgını bahanesiyle yığınlar, bütün kuşkuluları öldürmüşlerdir. Mayıs 1964’te Peru’nun Lima kentindeki seyirciler yönüne atılan topu yakalayan kişinin çakısıyla yırtarak sahaya atması üzerine yığın coşmuş, 500 kişi ölmüş, 800 kişi yaralanmış, aynı yılın haziran ayında stadyum ateşe verilmiştir.

Ülkemizde yaşanan 1967 Kayseri, 1977 İstanbul işçi bayramı, 1978 Sivas ve Kahramanmaraş, 1993 Madımak olayları yığınsal ruhbiliminin inceleme konusu örnekleridir.

Suçbilimciler, bu nedenlerle yığın suçluluğunun üç başat niteliğine değinirler: Ortak eylem, yığın içgüdüsü, inanç ve eğilimlerden uzaklaşma.

Yığının baskısıyla suç işlendiğinde hukukçunun karşısına üç sorun çıkmakta: Kusurluluk ne ölçüde etkilenmektedir? Yığını sürükleyenlerin sorumlulukları ne olacaktır? Bir yığından söz edilebilmesi için bir sayı gerekli midir?

Hukuk, bunlara sağlıkla yanıt vermekte zorlanmakta. Ama yaşanan gerçek de görmezlikten gelinmemekte. Eski dönemlerde yığın içinde suç işlediğinde ortaklaşa (kolektif) sorumluluk nedeniyle topluluğun bütünü cezalandırılırdı. Roma hukukunda sürükleyiciler ağır, sürüklenenler hafif cezalandırılmışlardır. Bu tür düzenlemeler çağdaş dönemlerde de görülmüştür. Sözgelimi, Fransa’da 8 Haziran 1970 tarihinde dönemin Adalet Bakanının diliyle “Yıkıcılara Karşı Yasa”yla (Loi anticasseurs), Eski Ceza Yasası’nın 314’üncü maddesine bir fıkra eklemiş, yığın içinde işlenen suçlarda ortaklaşa sorumluluk getirmişti. O dönemin bütün ceza hukukçuları, bu arada Anayasa hukukçusu Duverger, bu ilkelliğe şiddetle karşı çıkmışlardır. 1981’de sol iktidar Yasa’yı kaldırmıştır. Kaldırmasaydı, hiç kuşkusuz, yeni Dreyfus’ler yaşanırdı.  

Günümüzde ise 1930 tarihli İtalyan Ceza Yasası, fail suçu alışkanlık ya da meslek edinmiş, suça eğilimli biri ya da toplantı yasak olmadığı halde suç, yığının (topluluğun) etkisiyle işlenmişse iradenin yetersizliğini, dolayısıyla bu durumu yaptırımda indirim nedeni olarak benimsemiştir (m. 62/3).

Türk Ceza Yasası, böylesine yerinde bir hükmü öngörmemiştir. Ancak, topluluğun etkisiyle suç işleyenlerin Yasa’nın öngördüğü “algılama yetisi” ve “davranışları yönlendirme iradesi ve yeterliliği”, kısaca ‘kusurluluk, kınanabilirlik yeteneği” azaldığından “geçici neden” (TCY, m. 34/1) olarak değerlendirilmesi yerinde olacaktır. Çünkü burada takdiri indirim nedenini aşan bir durum söz konusudur.

İşin hukuksal yönü, bu.

Yurtseverlik, ulusseverlik yönü ise daha da önemli.

Lütfen duyarlı olalım; ülkemizi ve insanlarımızı kendimizden daha çok sevip sayalım. Seçim alanlarında toplanan topluluklar önünde konuşurken çok özenli olalım.

Tanrı, ülkemizi ve ulusumuzu korusun.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Depremin düşündürdükleri ve sorumlulara çağrı

Sayın Erdoğan ve arkadaşına çağrımız şudur: Önce düşünme yetisini karartan öfkelerini dizginlesinler. Sonra da kendilerine karşı dava açma hakları doğan insanlarımızdan özür dilesinler ve sövgülerini çöp sepetine atarak bundan böyle kendilerini eleştirenlere ellerini dostça uzatıp, uygarca teşekkür etsinler. Ve en önemlisi de ülkemizde iç barışı sağlasınlar.

Anayasa yargı(lama)sı üzerine*

Her şeyden önce anayasa yargı(lama)sını ulusal iradeye ve demokrasiye aykırı görmek çok yanlıştır. Anayasa Mahkemesinin norm denetimi yerine yerindelik denetimi yapması ise elbette hukuksal bir yanılgıdır. Yasama organının Anayasa Mahkemesi kararına uymaması ya da uyar görünüp gerçekte onu dolanması ise, ağır ve bağışlanamaz bir yanılgıdır; kendini aldatmadır

Düşünce özgürlüğü, dil ve ötesi

Türk insanı “dil bilinci”ni kazanmak, ana diliyle düşünmek, konuşmak ve yazmak zorundadır. Eğer dilimizde yeterince düşündüren ana dili kökenli sözcük, özellikle de bilimsel kavram, terim yoksa bilim ve felsefe yapmak olanaksızıdır