07 Temmuz 2023

Yerel demokrasi konferansı

Siyasal iktidar sessiz bir toplum yaratmayı başarırsa, o zaman rejim tam bir tiranlığa dönüşür, toplum üzerinde mutlak bir kontrol sağlanır, otoriterlikten totaliterliğe geçilir

Seçim sonrası Türkiye’sinde iktidarın senaryosu açık. “Büyük Türkiye” ya da “Yeni Türkiye” projesinin uygulanması hız kazanacak. Bu proje Sünni İslam kimlik yaratılmasına ve topluma bunu kabul ettirmeye dayanıyor. Seçimler gösterdi ki milliyetçilik, ulusun bekası söylemleriyle beslenen kimlik siyaseti halkın büyük bir kesiminin ekonomik sıkıntılarının önüne geçiyor. Bunu sağlamak için farklı kimliklerin bir arada yaşamasını değil, düşmanlaştırılmasını öngören bir politik dil kullanılıyor. Vatanının, ulusun bekasının tehlikede olduğu hakikat ötesi söylemlerle topluma pompalanıyor. Bu yoldan vatansever, sorumlu yurttaşların yoksulluğa, işsizliğe, eşitsizliklere, doğal felaketlere şikâyet etmeden katlanması isteniyor.

Devleti, yaşadığı ekonomik sıkıntılara son verme, demokrasiyi ve hukuk devletini yaşama geçirme gibi sorumluluklarından azat eden yurttaş, vatanını iç ve dış düşmanlara karşı koruyan, kendisiyle özdeşleştirdiği liderinin bu talebine onu destekleyerek karşılık verdi. Daha büyük bir iyinin uğruna kendisinden özveride bulundu. Dine dayalı bir kimlik yaratılması, bir dayanışma ve bir aidiyet duygusu doğurduğu gibi aynı zamanda otoriter, dışa kapalı, içe dönük bir rejimin de harcı oluyor. Dinin mutlak ve sorgulanamayan kutsal değerleri, ortak bir kimliğe ve siyasal rejimin değerlerine dönüşüyor.

Ancak bir sorun var. 25 milyon seçmen, yani Türkiye toplumunun yarısı böyle bir projenin parçası olmak, Erdoğan’ın Türkiye’sinde yaşamak istemiyor. Onların istediği insan haklarına dayanan, laik, demokratik bir hukuk devleti. Seçimden sonra, siyasal iktidar polis ve yargı yoluyla, gerekirse şiddete başvurarak bunların seslerini kesmeye kararlı görünüyor. Can Atalay’ın tamamen hukuksuz bir şekilde serbest bırakılmaması, Merdan Yanardağ’ın suç işlediği konusunda makul bir kuşkuya yol açacak hiçbir kanıt olmadan tutuklanması, RTÜK’ün cezalandırma, basının sesini kesme genelgesi içinde bulunduğumuz karanlık dönemin daha da karanlıklaşacağının işaretleri.

Buna karşı, Türkiye’nin muhalif öbür yarısı ne yapmalı? Otoriter rejimlerde yaşayan insanlar, rejime karşı iki türlü tepki gösterirler: Ya susarlar, gündelik yaşamın monotonluğu içinde işlerine güçlerine bakarlar, rejime uyum sağlamaya çalışırlar, ya da itiraz ederler, bir direniş ortaya koymaya çalışırlar. Otoriter rejimlerin iktidarı, birincisini ister. Depolitize, sessiz bir toplum yaratmaya çalışır. Bunun en etkili yolu şiddete başvurarak topluma korku salmak. Bunun için toplumda tanınmış kişiler tutuklanır, gözdağı verilir. Ancak korkulan yaptırımlardan korunmak olanağı bulunmadığı anlaşılınca, korkunun getirdiği pratik yararlar ortadan kalkar. Siyasal iktidar sessiz bir toplum yaratmayı başarırsa, o zaman rejim tam bir tiranlığa dönüşür, toplum üzerinde mutlak bir kontrol sağlanır, otoriterlikten totaliterliğe geçilir.

Türkiye’nin böyle bir noktaya gelmesine izin vermemek gerekir. Onun için demokrasi isteyen muhalefetin bir ortak itiraz sesi çıkarması, hakikatleri söylemek cesaretini göstermesi, konuşma özgürlüğünü kullanmaktan korkmaması gerekir.

Bunun yanında demokratik muhalefet ve özellikle sol yeni bir Türkiye seçeneği sunmalı. Son 20 yıldır Türkiye siyasetinde tek seçenek AKP iktidarı tarafından sunuldu. AKP yeni bir Türkiye projesi getirdi. AKP’nin Türkiye projesini beğenmeyenler, AKP Türkiye’sinde yaşamak istemeyenler yeni bir seçenek sunmalı. Muhalefetin şimdiye dek söylediği parlamenter demokrasiye ya da CHP’nin “değişim” tahayyülü olan fabrika ayarlarına dönmek. Yani eskiyi cilalayıp tekrar sunmak. Oysa yeni bir yönetim anlayışına, yeni bir siyaset zihniyetine, yeni bir Türkiye’ye, yeni bir topluma gereksinim var. Türkiye’de insanların işlerin farklı olabileceğini hayal etmelerine olanak tanıyan yeni bir umuda gereksinim var. Seçim sonrası dönemde insanlar her şeyin ancak şimdiki gibi olabileceği, başka türlü olamayacağı karamsarlığından kurtulmalı. Alternatif küreselleşme hareketinin “başka bir dünya olanağı var” sloganı günümüz Türkiye’si için de geçerli.

Bunun için demokrasi güçleri halka yeni bir Türkiye hayali, yeni bir Türkiye programı sunmalı. Bu program, demokrasinin tabandan yukarı inşa edildiği ve halkın siyasetin öznesi olmasıyla yeni bir içerik kazandığı, katılımcılığı  esas alan bir program olmalı.

Şu soruyu sormak gerekir: Seçim sandığına ve temsile dayanan parlamenter demokrasiyle halk egemenliği arasındaki ilişki nedir? Parlamenter demokrasilerde halkın beş yılda bir oy vermek dışında bir rolü bulunmamakta. Seçilenler iş başına geldikten sonra bütün yetki yönetenlere geçer. Bir yöneten-yönetilen ilişkisi doğar. Halk karar mekanizmalarının dışında kalır. Alınan kararlarda sesi duyulmaz. Halk egemenliği gerçeklikten uzak bir kavrama dönüşür.

Bunun yanında parlamenter demokrasi çoğulcu değil, çoğunlukçu yönetimler doğurur. Çoğunluğun azınlık üzerinde tahakkümüne yol açar.

Parlamenter demokraside, siyaset elitler arasında yapılır. Türkiye’de ise siyaset, siyasal parti başkanları arasına sıkışmış durumda. Oysa siyaset, kamusal alanlarda geniş halk kitleleriyle birlikte yapılan bir etkinlik olmalı.

Bütün bu nedenlerle günümüzde demokrasinin anlamını yeniden bulma, demokrasiye tabandan gelen yeni bir içerik kazandırma yönündeki çabalar önem kazandı.

Katılımcı demokrasi hem bir ideoloji hem de bir yönetim biçimidir. İdeolojidir çünkü belirli bir bütünlük içinde kendine özgü inançları, değerleri, uygulamaları içerir. Siyasete, devletin işleyişine yeni bir yaklaşım getirir. O nedenle katılımcı demokrasi, sadece yerel yöneticilerin işi değildir. Aynı zamanda iktidarın ve muhalefet partilerinin, akademisyenlerin, sivil toplumun işidir.

Katılımcı demokrasi aynı zamanda bir yönetim biçimidir. Halka en yakın yönetim biçimidir. Yerelde, halk kendi gereksinimlerini, kendi önceliklerini kendi kurduğu halk meclisleri, mahalle meclisleri gibi organlarda müzakere ederek saptar, uygular ve denetler.

Geleneksel olarak merkeziyetçi yönetimlere ve merkeziyetçi düşünce yapısına sahip olan Türkiye için katılımcı demokrasi yeni ve reformcu bir kavram. Türkiye’de en ademi merkeziyetçi anayasa 1921 Anayasası’dır. 1921 Anayasası, vilayet halkı tarafından seçilen Vilayet Şuraları’nın kurulmasını ve vakıflar, eğitim, sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık ve sosyal güvenlik işlerinin vilayet şuralarına bırakılmasını öngörür. Ama sonraki anayasalar bu yaklaşımı sürdüremedi. Yerel yönetimler üzerinde merkezin vesayetini kurdu. 1960’lardan sonra bazı reformlar yapılsa bile, reformlara egemen olan anlayış, demokratikleşme değil, hizmette etkinlikti.

2000’li yılların başında AB ile başlayan üyelik müzakereleri, yerel yönetimleri daha bağımsız yapacak reformlara yol açtı. Bu reformların en önemlisi, yerel düzeydeki grupların temsilcilerinden oluşan Kent Konseyleri’nin kurulması oldu. Kent Konseyleri’nin kararları Belediye Meclisleri’nin gündemine alındı. Ancak günümüzde Kent Konseyleri, bazı istisnalar dışında işlevsizleştirildi.

Siyasal iktidarın 2012 yılında çıkardığı 6360 sayılı yasa ise yerelleşme eğilimlerini tersine çevirdi. Katı bir merkezileşme getirdi.

Bugünkü siyasal ortamda, bir katılımcı yerel demokrasi programıyla ortaya çıkmak önemli bir itiraz ve demokrasi çığlığıdır. Bu programın etkili, tutarlı bir demokrasi talebi niteliği taşıması, konunun bütün ayrıntılarıyla tartışılması amacıyla bir yerel demokrasi konferansının toplanmasına gerek bulunmakta. Konferansa sadece yerel yöneticiler değil, aynı zamanda siyasal partiler, sivil toplum platformları, akademisyenler, halk temsilcileri katılmalı. Konferans, geniş bir yelpazeye yer vermeli.

Böyle bir konferansın iyi hazırlanması önemli. Konferans özenli bir hazırlığın ürünü olmalı. Konferansta katılımcı bir demokrasinin çerçevesi ortaya çıkmalı. Katılımcı demokrasi ile parlamenter demokrasi arasındaki ilişki ne olacak? Katılımcı demokrasi, parlamenter demokrasiyi tamamlayacak mı? Yoksa paralel bir sistem mi kuracak? İkincisi hedefleniyorsa, katılımcı demokrasinin, yerelde halk tarafından seçilen ve siyasal partilerle ilişkisi olmayan üyelerden oluşan ayrı bir meclisi olmalı mı?

Merkez ile yerel yönetim arasındaki ilişkinin yeniden tanımlanması ve yetki bölüşülmesi nasıl olacak? Yerel yönetimlerde üretim etkilenecek mi? Kooperatifçilik ve katılımcılık nasıl birleştirilecek?

Merkezin hangi yetkileri devredilecek? Yerel yönetimlerin seçtiği yöneticiler üzerinde merkezin bir yetkisi olacak mı? Yerel demokrasiyi yaşama geçirmek için ne gibi yasa değişikliklerine gereksinim var? Konferans, bu ve bunun gibi daha pek çok soruya yanıt aramalı. Hazırlık dönemi yanıt aranacak soruların saptanması bakımından önemli.

Yerel demokrasi konferansı, Türk demokrasisine canlılık getirecek. “Değişim” tartışmalarına içerik kazandıracak. Halkı siyasetin öznesi yapacak. En önemlisi herkesin birlikte yaşayabileceği yeni, çoğulcu, demokratik bir Türkiye’nin kapısını açacak.

Rıza Türmen kimdir?

Türkiye'nin önde gelen insan hakları hukukçularından ve diplomatlarından olan Rıza Türmen İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.

Kanada Montreal McGill Üniversitesi'nden hukuk yüksek lisansı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Siyasal Bilimler doktorası aldı.

Avukatlık stajını yaptıktan sonra, 1966 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Dışişleri Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu.

1985'de Singapur'a ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı.

1993 Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda ve AGİT, İnsani Boyut Toplantıları'nda Türk Heyeti Başkanlığı'nı yaptı.

1994'te İsviçre'ye Büyükelçi olarak atandı. 1996'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi oldu.

1998 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi. 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü.

2008'de Türkiye'ye döndükten sonra 10 yıl Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazdı.

2011 seçimlerinde CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. TBMM Adalet Komisyonu ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda görev yaptı.

2009 yılında Türkiye Barolar Birliği Yılın Hukukçusu Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Üstün Hizmet Ödülü, 2010 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Cumhuriyet Ödülü Rıza Türmen'e verildi.

İnsan Hakları ve hukuk konularında yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış çok sayıda makale ile kitap bölümleri kaleme aldı. "Güçsüzlerin Gücü-Türkiye'de İnsan Hakları" ve "Türkiye'de Demokrasi Arayışı" adlı iki kitabı yayımlandı.

Halen demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarını sürdüren Rıza Türmen, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi'nin eş sözcülüğünü yapıyor.

Sanata yakın ilgi duyan ve yaklaşık 40 yıldır çello (viyolonsel) çalan Rıza Türmen, T24'te 2013 yılından beri, ağırlıklı olarak temel haklar, insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, genel hukuk ve politika konularında yazılar yazıyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Taksim hukuksuzluk meydanı

Sorun yalnızca 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’na getirilen yasakla sınırlı değil. Barışçı gösterilerin yasaklanması, kolluk güçlerinin barışçı toplantı ve gösterileri engellemek için orantısız güç kullanmaları, ölümcül tehlikesi olan göz yaşartıcı fişekleri kalabalığın üstüne sıkmaları, toplantıya katılanları hırpalayarak gözaltına almaları ve bunu izleyen cezasızlık ülkemizde sık görülen manzaralar

Yaşlı Kadınlar İklim Koruma Derneği ve insan hakları

İsviçre Dışişleri Bakanlığı “Bu karar AİHM’in saygınlığına gölge düşürmüştür” yolunda açıklamalar yapmadı...

Yerel seçimler ve ötesi

HP kendi oyun alanını çizen, geçmişiyle gurur duyan ama ileriye bakan, halka anlatacak bir Türkiye projesi bulunan, bir sosyal demokrat parti olma yolunda. Bu görünüşüyle halka güven verdiğini 31 Mart seçimleri gösterdi. Bu değişimde Özgür Özel’in büyük payı var