Sayın Cumhurbaşkanı, 12 Eylül günü Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nde düzenlenen Anayasa Sempozyumu’nda (eski bir cezaevinde Anayasa sempozyumunun düzenlenmesi biraz tuhaf değil mi? Anayasa bir barış, uzlaşı metni. Cezaevleri ise hele Ulucanlar Cezaevi, şiddetin egemen olduğu mekânlar. Amaç, 12 Eylül rejimine ve onun anayasasına gönderme yapmaksa, biraz kaba bir sembolizm) yaptığı konuşmada, yeni bir anayasa yapılması hedefinden söz etti.
Türkiye’de yürürlükte olan rejim, tüm iktidarın tek bir elde toplandığı, buna karşılık iktidarı denetleyen fren-denge mekanizmalarının bulunmadığı otokratik bir rejim. Otokratik bir lider neden yeni bir anayasa yapmak istesin? Herhalde yetkilerinden vazgeçerek demokratik bir rejim kurmak için değil. Öyle olsaydı bunun işaretlerini görürdük. Oysa bir yandan temel hak ve özgürlükler üzerindeki baskılar giderek ağırlaşırken, öbür yandan adım adım teokratik bir devlet yapısına doğru ilerliyoruz. Amaç, demokratik bir rejim değilse, o zaman amaç liderin yetkilerini daha da genişletmek, teokratik bir devletin önündeki engelleri ortadan kaldırmak olabilir mi?
Amaç daha özgürlükçü bir anayasa yapmak olsaydı, 2011-2013 yılları arasında çalışan ve Meclis’te grubu olan bütün siyasal partilerin eşit olarak temsil edildikleri Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun üzerinde uzlaştığı 60 maddeden yararlanılabilirdi. Bu maddelerin büyük bir çoğunluğu temel hak ve özgürlüklere ilişkin. Anayasa’nın temel haklar ve ödevler bölümünün bu uzlaşı çerçevesinde değiştirilmesi bütün siyasal partilerce kabul edilebilirdi. Böylelikle Türkiye’de temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasında göreli bir ferahlama olanağı doğardı.
Sayın Cumhurbaşkanı konuşmasında Anayasa Uzlaşma Komisyonu’ndaki çalışmalardan söz ederken, “Bu çalışma, muhalefet partilerinin tabiri caizse yan çizmesiyle akim kaldı” ifadesini kullanıyor. Oysa Anayasa Uzlaşma Komisyonu çalışmalarına katılan herkesin bildiği gibi, müzakerelerin tıkanmasına neden olan AKP’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi önerisiydi. AKP’nin yeni bir anayasa ile elde etmek istediği, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin diğer üç parti tarafından kabul edilmesiydi. Bir rejim değişikliği anlamına gelen bu öneriler, muhalefet partileri tarafından reddedilince müzakereler çıkmaza girdi.
Ayrıca Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na son veren de tutanaklardan da açıkça görülebileceği gibi, muhalefet partileri değil, AKP’dir. Son iki toplantıya üç muhalefet partisinin gelmesine karşın AKP heyetinin gelmemesi nedeniyle, usul kuralları gereğince Anayasa Uzlaşma Komisyonu sona erdi.
Aynı sempozyumda konuşan Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum’un sözleri dikkatle okunduğunda AKP’nin nasıl bir anayasa istediği daha iyi anlaşılıyor. Sayın Uçum şöyle diyor:
“… her egemen devlet, pozitif hukukunu oluştururken ve uygularken beka esaslı bir politik hukuk anlayışıyla hukuk üretimini yapar ve beka anlayışıyla uygular. Beka tehdidi oluşturacak ya da beka tehditlerine zemin ve güç kazandıracak bir hukuk uygulaması evrensel hukuk adına olsa bile egemen bir devlet açısından meşru değildir ve asla kabul edilmez.”
Gerçekte Türkiye’de olağanüstü hâl rejiminin olağan hale geldiği bir rejimde yaşıyoruz. Hitler’in hukukçusu, Nazi rejimine meşruiyet kazandırmaya çalışan Carl Schmitt’in “Siyasal İlahiyat” kitabı “Egemen olağanüstü hale karar verendir” cümlesiyle başlar. Carl Schmitt’e göre, olağanüstü hâl, devletin bekası amacıyla hukukun askıya alındığı, egemenin sınırsız bir yetkiye sahip olduğu bir durumdur.
Sayın Uçum’un konuşmasında ileri sürdüğü görüşler bundan farklı değil. “Beka” söz konusuysa, evrensel hukukun geriye itileceği, evrensel hukuk normlarının geçerli olmayacağını ileri sürüyor. Schmitt de bekanın tehdit altında olduğu olağanüstü hal durumlarının hukuk normları ile düzenlenemeyeceğini vurgular.
Bu sözlerden AKP’nin anayasaya yaklaşımının özgürlükçü değil, güvenlikçi olduğu ortaya çıkıyor.
Güvenlikçi politikalar, otoriter rejimler bakımından çok kullanışlıdır. Devletin bekasına yönelik bir tehdit bulunup bulunmadığına ya da ne gibi önlemler alınması gerektiğine karar veren devleti yönetendir. Siyasal iktidar muhalefeti, temel hak ve özgürlükleri bastırmak için güvenlikçi politikaları kullanır. İşine gelmeyen özgürlük ve eşitlik taleplerini güvenlik sepetine atar. Bunlar devletin bekası için tehdit oluşturduğundan itiraz etmek de devletin güvenliğini tehlikeye atar.
Oysa demokrasilerde, devletin yaşamına yönelik bir tehdit olsa bile, devlet bu tehdide karşı demokrasi ve hukuk devletinin unsurları içinde kalarak mücadele etmek zorunda. AİHM Stankov/Bulgaristan (2001) kararında şöyle der:
“Şiddete teşvik ya da demokrasi ilkelerinin reddedilmesi dışında, toplantı ve ifade özgürlüklerini bastıracak önlemlerin alınması,- bazı görüşler ve sözler otoriteler bakımından şok edici ve kabul edilemez olsa da ya da ileri sürülen talepler meşru olmasa da- demokrasiye hizmet etmez, tersine demokrasiyi tehlikeye düşürür.”
AİHM’in Türkiye ile ilgili birçok kararı açıkça göstermekte ki devletin bekası düşüncesiyle yapılan yargılamalar, verilen mahkumiyet kararları çoğu kez ifade ya da toplantı özgürlüğünün ihlaline yol açmakta.
Kaldı ki, hukuk devletinin rafa kaldırıldığı, yargının bağımsız olmadığı, temel hak ve özgürlüklerin hukuk güvencesinden yoksun bırakıldığı, keyfi bir şekilde ihlal edildiği bir ülkede güvenlikten de söz edilemez.
Sayın Uçum, bekaya bir tehdit durumunda evrensel hukuk normlarının geçerli olmayacağını ileri sürüyor. Bu görüş, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türkiye’nin bu sözleşmeden doğan yükümlülükleriyle bağdaşmıyor.
Sözleşme’nin 15. Maddesi, ulusun yaşamına yönelik bir tehdit bulunduğu takdirde, devletin Sözleşme’nin bazı maddelerini askıya alabilmesini (derogasyon) öngörüyor. Ancak bu askıya almak sadece durumun gerektirdiği ölçüde olmalı ve devletin uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerine aykırı olmamalı.
Türkiye gerek 1990’larda güney doğu bölgesinde, gerek 15 Temmuz darbe girişiminden sonra bütün Türkiye’de 15. Maddeyi işletmiş ve Sözleşme’nin maddelerini uygulamayacağını Avrupa Konseyi Genel Sekreteri'ne bildirmişti.
Açılan davalarda, AİHM Türkiye’nin derogasyonunu inceledi. Hemen bütün davalarda AİHM, Türkiye’nin derogasyonunun, yani o olayda Sözleşme’yi askıya almasının orantısız olduğu, durumun gerektirdiği ölçüde olmadığı gerekçesiyle reddetti. Başka bir deyişle, beka gerekçesi günümüzde AİHM’in denetimine tabi.
Bu da gösteriyor ki, devletin ya da ulusun bekasının söz konusu olduğu durumlarda hukuk normlarının bir yana itilmesine Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi izin vermiyor. Bu bakımdan Schmitt’in 1930’ların Almanyası ile 2020’lerin Türkiyesi arasında fark var.
Bütün bunlar akla, “Peki, insan haklarıyla güvenlik arasındaki denge nereden geçiyor?” gibi bir soru getiriyor. Bu yanlış bir soru. Soru, “İnsan haklarına saygılı bir hukuk devleti ve demokrasi olmanın asgari koşulları nedir?” olmalı. Yeni bir anayasa, bu asgari koşullara yer vermeli. Yoksa demokrasi ve hukuk devletinden vazgeçmenin koşullarına değil. Bir kere bazı koşullar altında hukuk devletinden, demokrasiden vazgeçilebileceği kabul edilirse, otoriter yönetimlerde bunun temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak için kötüye kullanılması önlenemez.
Türkiye’nin özgürlük ve eşitlik içinde bir demokrasi olabilmesi yeni bir Anayasa’ya değil, demokrasi ve hukuk devletine saygılı bir iktidara ihtiyacı var.
Rıza Türmen kimdir?
Türkiye'nin önde gelen insan hakları hukukçularından ve diplomatlarından olan Rıza Türmen İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.
Kanada Montreal McGill Üniversitesi'nden hukuk yüksek lisansı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Siyasal Bilimler doktorası aldı.
Avukatlık stajını yaptıktan sonra, 1966 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Dışişleri Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu.
1985'de Singapur'a ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı.
1993 Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda ve AGİT, İnsani Boyut Toplantıları'nda Türk Heyeti Başkanlığı'nı yaptı.
1994'te İsviçre'ye Büyükelçi olarak atandı. 1996'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi oldu.
1998 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi. 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü.
2008'de Türkiye'ye döndükten sonra 10 yıl Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazdı.
2011 seçimlerinde CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. TBMM Adalet Komisyonu ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda görev yaptı.
2009 yılında Türkiye Barolar Birliği Yılın Hukukçusu Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Üstün Hizmet Ödülü, 2010 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Cumhuriyet Ödülü Rıza Türmen'e verildi.
İnsan Hakları ve hukuk konularında yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış çok sayıda makale ile kitap bölümleri kaleme aldı. "Güçsüzlerin Gücü-Türkiye'de İnsan Hakları" ve "Türkiye'de Demokrasi Arayışı" adlı iki kitabı yayımlandı.
Halen demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarını sürdüren Rıza Türmen, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi'nin eş sözcülüğünü yapıyor.
Sanata yakın ilgi duyan ve yaklaşık 40 yıldır çello (viyolonsel) çalan Rıza Türmen, T24'te 2013 yılından beri, ağırlıklı olarak temel haklar, insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, genel hukuk ve politika konularında yazılar yazıyor.
|