31 Mayıs 2023

Seçim sonrası Türkiye

Şimdi seçim yenilgisinin ardından seçimlerden, siyasal partilerden bağımsız yeni bir demokrasi hareketi başlatmak gerekiyor. Bu yeni demokrasi hareketinin motoru sivil toplum olmalı

Cumhurbaşkanlığı seçimiyle Erdoğan üçüncü kez, Cumhurbaşkanı seçildi. 27 milyon seçmen Erdoğan'a oy verdi. Buna karşılık 25 milyon seçmen Erdoğan'a oy vermedi. Değişime, demokrasiye oy verdi. Demokrasiyle yönetilen bir ülkede 25 milyon yurttaşın sesine kulak verilir. Oysa dost-düşman ayrımına dayanarak ülkeyi yöneten AKP yönetiminde 25 milyonun sesine kulak verilmeyeceğini biliyoruz. Onlar ulusun iradesinin yarısı olarak görülmeyecek. Ulusun ortak iradesi sadece Erdoğan'a oy verenlerden oluşur. Bu irade de Erdoğan'ın kişiliğinde cisim bulur. 25 milyon ise "dava"nın önündeki engel, vatana ihanet eden düşmandır.

Seçilenlerin adil olmadığına, seçimleri izlemek için Türkiye'ye gelen yabancı gözlemciler söylüyor. AGİT Gözlemci Heyeti'nin 15 Mayıs'ta yaptığı basın açıklamasına göre, "Türkiye, demokratik bir seçim için gerekli temel koşullara sahip değil." Bu sonuca şu nedenlerle varılıyor: AİHM kararlarına karşın önde gelen politikacıların cezaevinde olması, ikinci en büyük muhalefet partisine kapatma davası açılması, basın özgürlüğüne getirilen sınırlamalar, kamu kaynaklarının siyasal avantaj elde etmek için kullanılması, devlet görevlilerinin altyapı projelerinin açılışı bahanesiyle seçim kampanyası yürütmesi, parti-devlet ayrımının bulanıklaşması, Cumhurbaşkanı'nın resmi görevlerini ifa ederken seçim kampanyası yapması, devletin televizyonu da dahil olmak üzere, televizyon kanallarının çoğunun iktidar lehine yayın yapmaları. Açıklamada bir adayla ilgili montaj videoların yayımlanması ya da bu adayın SMS'lerinin engellenmesi gibi ugulamalar yer almıyor. Bu koşullarda yapılan seçimlerin kazananı Cumhur İttifakı ve Erdoğan.

Seçimlerin yapılması Türkiye'nin demokrasiyle yönetildiği anlamını taşımıyor. Seçim demokrasinin ön koşulu, ancak demokrasi seçim sandığına indirgenemez. AKP'nin ve Erdoğan'ın demokrasi anlayışı ise seçim sandığı ile sınırlı. Oysa seçimler, ülkeyi kimin yöneteceğini belirler ama nasıl yöneteceğine karışmaz. Nasıl ki tarih seçimle işbaşına gelen diktatör örnekleriyle dolu. Hitler bunlardan biri. Günümüzde iktidarda olan popülist otoriter liderlerin birçoğu seçimle iktidara geldi. Demokrasi bir siyasal rejim, bir yönetim biçimi. Bir rejimin demokrasi olup olmadığına karar vermek için ülkenin demokrasinin evrensel kurallarına göre yönetilip yönetilmediğine bakmak gerekir.

Bu açıdan baktığımızda demokrasinin güçler ayrılığı, hukuk devlet, yargı bağımsızlığı, insan hakları, çoğulculuk, katılımcılık gibi değerler bütününe dayanan bir rejim olduğunu görürüz. Bu değerler demokrasinin özü. Ülkede bu değerleri gerçekleştiren bir iktidar yoksa demokrasiden söz edilemez. Gerçekte bütün bu kavramlar iktidarı sınırlayan unsurlar. O nedenle demokrasinin temel ölçütü şu: İktidar, kendi otoritesinin sınırlarını çizen bu değerlere saygılı mı, yoksa bu değerleri bir yana atıp ülkeyi keyfi kararlarla mı yönetiyor? Demokratik rejimle otoriter rejim arasındaki bu fark, aynı zamanda iktidarın meşruiyetiyle de yakından ilgili.

Türkiye'yi 21 yıldır yöneten AKP iktidarının nasıl bir siyasal rejim inşa ettiğine bakınca şunları görüyoruz: Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle güçler ayrılığı ortadan kaldırıldı. Meclis işlevsizleştirildi. Bütün iktidar tek bir kişinin elinde toplandı. Yargı iktidarın kontrolü altına girdi. AİHM ya da AYM kararları uygulanmadı. Hukuk devletine son verildi. İfade ve basın özgürlüğü, toplantı özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlükler pervasızca çiğnendi. Muhalefet üzerinde baskı kuruldu. İktidarla aynı görüşü paylaşmamak, eleştirmek bir güvenlik sorunu olarak görüldü. Eğitim sistemi tek tip bir insan yaratmaya yöneldi. Laiklik ilkesi unutuldu. Kurumların içi boşaltıldı, devlet partileşti. Bütün bunların olup bittiği bir ülkede demokrasiden söz etmek olanağı var mı? Zaten Türkiye'nin içinde ve dışında Türkiye'deki rejimi demokrasi olarak niteleyen AKP iktidarı dışında kimse yok.

2011 yılından sonra AKP "Yeni Türkiye" projesini uygulamaya başladı. "Yeni Türkiye" projesinin adı bugün "Büyük Türkiye" projesi olarak değişti. Ama aynı proje. Bu proje sadece devletin değil, toplumun da yeniden inşasını içerir. Böyle bir projenin yaşama geçirilmesi sadece devlet gücünün baskısıyla olmaz. Aynı zamanda yönetenlerin dünya görüşünün yönetilenler tarafından kabulüne dayanır. Bu kabulü AKP din ile sağladı. Seçim sonucu da bunu yansıtıyor. AKP Sünni İslam merkezli bir ulusal kimlik tanımını bir resmi devlet ideolojisine dönüştürdü ve bunu geniş kitlelere kabul ettirdi. 14 ve 28 Mayıs seçimlerinin önemi, Atatürk'ün Cumhuriyet projesiyle taban tabana zıt Sünni İslam projesinin uygulanma sürecinin durdurulup durdurulamayacağıydı.

AKP'nin yeni ve büyük Türkiyesi yerine gerçek bir demokrasiyle yönetilen yeni bir Türkiye kurmak için iyi bir fırsat vardı. Epidemi, ekonomik kriz, adaletsizlik, yolsuzluk, deprem. Bu konulardaki iktidarın performansının bir değişime yol açacağı umut ediliyordu. Bu umut yanlış çıktı. İktidar elindeki en önemli kartı oynadı. Kimlikler ve bu kimliği inşa eden milliyetçilik.

Milliyetçilik dost-düşman ayrımını üretmekte. Farklı görüşlerin meşrulaşmasına, bunların müzakere edilmesine bir uzlaşmaya varılmasına izin vermemekte. Oysa bunlar demokratik bir toplumun temel taşları. Milliyetçilik aynı zamanda güvenlikçi siyasetlerin egemen olmasına yol açmakta. Kürt sorununa barışçı bir çözüm getirilmesini engellemekte.

Seçimleri kazanmak için muhalefetin oyunu milliyetçilik kartıyla oynamayı, iktidarın oyununun bir parçası olmayı reddetmesi gerekirdi. "Hayır, Türkiye'de bir beka sorunu yoktur. Güvenlikçi politikalar, milliyetçilik demokrasiyi boğmak için kullanılmaktadır" diyebilmeliydi. Muhalefet bunu diyecek cesareti gösteremedi. Tersine, özellikle ikinci tur öncesi, milliyetçilik kartına sarıldı. "Ben senden daha milliyetçiyim"i oynadı. O zaman iktidarla muhalefet aynı sistemin parçası oldu.

Şimdi seçim yenilgisinin ardından seçimlerden, siyasal partilerden bağımsız yeni bir demokrasi hareketi başlatmak gerekiyor. Bu yeni demokrasi hareketinin motoru sivil toplum olmalı. Bu hareket bir yandan emekçilerin taleplerini, öbür yandan kadın hareketinin, Kürt hareketinin, çevrecilerin, LGBTİ+'ların, ezilenlerin taleplerini birleştirmeli.

AKP'nin politikaları sonucu yoksullaşan kitlelere ulaşmalı, genç işsizlerle ilişki kurmalı. Her türlü tahakküm ilişkisine karşı çıkmalı. Yeni bir Türkiye seçeneği ortaya koymalı. İşte o zaman AKP iktidarının otoriter yeni ve büyük Türkiyesine karşı gerçek bir demokratik seçenek oluşturulur. Zaman ve koşullar buna uygun.

Bunu örgütleyecek bir sivil toplum hareketine, bir silkinmeye, yeni bir dirilişe ihtiyaç var. Seçim sonrası karanlığından, umutsuzluğundan yeni bir ışık, yeni bir umut çıkarabilir miyiz?

Rıza Türmen kimdir?

Türkiye'nin önde gelen insan hakları hukukçularından ve diplomatlarından olan Rıza Türmen İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.

Kanada Montreal McGill Üniversitesi'nden hukuk yüksek lisansı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Siyasal Bilimler doktorası aldı.

Avukatlık stajını yaptıktan sonra, 1966 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Dışişleri Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu.

1985'de Singapur'a ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı.

1993 Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda ve AGİT, İnsani Boyut Toplantıları'nda Türk Heyeti Başkanlığı'nı yaptı.

1994'te İsviçre'ye Büyükelçi olarak atandı. 1996'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi oldu.

1998 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi. 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü.

2008'de Türkiye'ye döndükten sonra 10 yıl Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazdı.

2011 seçimlerinde CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. TBMM Adalet Komisyonu ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda görev yaptı.

2009 yılında Türkiye Barolar Birliği Yılın Hukukçusu Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Üstün Hizmet Ödülü, 2010 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Cumhuriyet Ödülü Rıza Türmen'e verildi.

İnsan Hakları ve hukuk konularında yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış çok sayıda makale ile kitap bölümleri kaleme aldı. "Güçsüzlerin Gücü-Türkiye'de İnsan Hakları" ve "Türkiye'de Demokrasi Arayışı" adlı iki kitabı yayımlandı.

Halen demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarını sürdüren Rıza Türmen, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi'nin eş sözcülüğünü yapıyor.

Sanata yakın ilgi duyan ve yaklaşık 40 yıldır çello (viyolonsel) çalan Rıza Türmen, T24'te 2013 yılından beri, ağırlıklı olarak temel haklar, insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, genel hukuk ve politika konularında yazılar yazıyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yaşlı Kadınlar İklim Koruma Derneği ve insan hakları

İsviçre Dışişleri Bakanlığı “Bu karar AİHM’in saygınlığına gölge düşürmüştür” yolunda açıklamalar yapmadı...

Yerel seçimler ve ötesi

HP kendi oyun alanını çizen, geçmişiyle gurur duyan ama ileriye bakan, halka anlatacak bir Türkiye projesi bulunan, bir sosyal demokrat parti olma yolunda. Bu görünüşüyle halka güven verdiğini 31 Mart seçimleri gösterdi. Bu değişimde Özgür Özel’in büyük payı var

Uluslararası belgelerde Türkiye’de demokrasi ve insan hakları

Türkiye’de demokratik, temel hak ve özgürlüklere, hukuk devletine saygılı bir rejimin kurulması ancak halktan gelen talepler sonucunda gerçekleşecektir