01 Mart 2023

Deprem ve Kent Hakkı

Depremde yıkılan kentlerin yerine yeni kentler kurarken sadece geçmiş yanlışlardan ders çıkarılması yeterli olmaz. Aynı zamanda yeni kentlerin yepyeni bir anlayışın ürünü olması, yeni bir demokrasi anlayışına yol açması gerekir

Büyük Maraş depreminden önce “çöküş” ve “enkaz” sözcükleri mecazi anlamda kullanılıyordu. AKP iktidarı dönemindeki siyasal ve toplumsal çöküşün, kurumların içinin boşaltılmasının, tek adam iktidarında meydana gelen büyük hasarı anlatmak için bu sözcüklerden yararlanıyorduk. Derken Maraş Depremi oldu. Her şey  mecazi değil, fiziksel olarak da çöktü. Kentler bir enkaz yığını haline geldi. Şimdi her şeyi yeniden inşa etmek gerekecek. Yeni kentler kurulacak. Yeni kentlerle birlikte yeni bir demokrasi kurmaya ihtiyaç var. Ancak ikisini birlikte inşa etmeyi başarırsak içinde bulunduğumuz çıkmazdan çıkabiliriz. Yeni kentler kurarken sorunun sadece bir mühendislik sorunu olmadığı, çok daha geniş bir sistem sorunu olduğunu göz önünde bulundurmalıyız.

İşe “nerede yanlış yaptık?” sorusuyla başlamak doğru olur. Gelişmiş ülkelerde kentsel dönüşüm projeleri yerel yönetimlerin de katılımıyla hazırlanan bir plan çerçevesinde ele alınıyor. Bizde böyle olmadı. Taşınmaz üretimi devlet tarafından kamusal bir aktöre Toplu Konut İdaresi’ne (TOKİ) verildi. TOKİ olağanüstü yetkilerle donatılarak kar amaçlı bir kuruluşa dönüştürüldü. Kamu yararını korumaya yönelen planlamadan vazgeçildi. Onun yerini kar amaçlı, denetimsiz büyük projeler aldı.

Bunun yanında iktidara yakın özel şirketlerin yapı ortaklıkları her  boş toprak parçasına inşaat yapmaya başladılar. Gökyüzüne uzanan binalar, AVM’ler, Türkiye’deki kentleşmenin yeni profili oldu. AKP iktidarına egemen olan düşünce bu yoldan yandaşlarına rant dağıtmaktı. Bu amaçla, usulsüz ruhsatlar verildi, imar afları çıkarıldı, denetim yapılmadı. Kentin ortak alanlarına el konuldu, imara açıldı. Gezi Parkı olayları, kentin ortak alanının tepeden inme bir kararla  askeri kışlaya dönüştürme projesine karşı kentte yaşayanların direnişidir. AKP hükümetinin bu imar politikasının sonuçlarını Maraş depreminde çok acı bir biçimde gördük.

Depremde yıkılan kentlerin yerine yeni kentler kurarken sadece geçmiş yanlışlardan ders çıkarılması yeterli olmaz. Aynı zamanda yeni kentlerin yepyeni bir anlayışın ürünü olması, yeni bir demokrasi anlayışına yol açması gerekir.

Hatay

Yeni kentlerin, demokrasinin yeniden tanımlanmasına nasıl yol açacağının hareket noktası olarak Henri Lefebre’nin 1967’de ortaya attığı “Kent Hakkı” kavramını almak doğru olur. Kent hakkı hakkında çok şey söylendi, yazıldı. Ama en yalın tanımıyla kent hakkı, kentte yaşayanların kenti değiştirme ve yeniden şekillendirme, yeniden inşa etme hakkıdır. Lefebre, bu hakkın hem bir çığlık, hem bir talep olduğunu söyler. Kent hakkı, sokaklardan, mahallelerden doğan , ezilen insanların çığlığıdır. Kent hakkı, depremde her şeyini yitirmiş insanların yardım çığlığıdır. Kent hakkı, kentin rantını ele geçiren bir avuç sermayedara karşı kentte yaşayanların, yoksulun, işçinin, öğrencinin hakkını korumaktır.

Kent hakkı, kendisi bir insan hakkı olduğu kadar, başka hakları da içinde barındırır. Evrensel düzeydeki insan haklarını yerel düzeyde, kent düzeyinde yeniden yapılandırır. Avrupa Kentte İnsan Haklarını Koruma Şartı bu hakları düzenler. Şartın 1. Maddesine göre “kent, içinde yaşayanların tümüne ait kolektif bir mekandır.” Şartta yer alan haklar, renk, yaş, cinsiyet, cinsel yönelim, dil, din, siyasal düşünce, etnik, ulusal ya da sosyal köken, gelir düzeyi farklılıkları gözetilmeksizin yerel makamlar tarafından güvence altına alınır.

Kentteki insan haklarının başında barınma hakkı gelir. Avrupa Kentte İnsan Haklarını Koruma Şartı’na göre “ kentte yaşayanların doğru dürüst, güvenlikli ve sağlıklı bir eve sahip olma hakkı” vardır. Bunun dışında Şart’ta, sağlık hakkı, çevre hakkı, çalışma hakkı, kültür hakkı, kentin planlı ve uyumlu bir biçimde gelişmesini isteme hakkı, kentte ulaşım hakkı, dinlenme hakkı, tüketici hakkı gibi kente özgü haklar, birinci kategori temel haklarla birlikte ele alınmakta.

Kent hakkı kolektif bir haktır. Ancak kentte yaşayanlar tarafından ortaklaşa ve eşit bir biçimde kullanılabilir. Lefebre kent hakkını, bir yandan bir insan hakları mücadelesi, öbür yandan kentte, kentin bütün olanaklarından yararlanan üst gelir grubuyla kentin çeperlerine itilen alt gelir grubu arasındaki eşitsizliğin giderilmesi için yeni bir sistem arayışı olarak görmekte. Kent hakkı başka bir toplum yapısı, başka bir siyasal sistem kurmaya açılan kapıdır.

David Harvey, kent hakkı kavramını neo-liberal sisteme karşı bir mücadele alanı olarak görür. Harvey’e göre kentler, artı ürünün toplumsal ve coğrafi olarak yoğunlaşmasından doğmuştur. Bu nedenle kentleşme, sınıfsal bir olgu olarak ortaya çıkmıştır. Artı ürünün kullanılmasının denetimi daima küçük bir grubun elinde olmuştur. Kent hakkı bunu değiştirmeyi amaçlamaktadır.

Kent hakkı kentliye yeni bir taleple ortaya çıkmak olanağını vermekte. Artı ürünün üretimi ve kullanımı üzerinde halkın demokratik denetimi, kentte üretilen artı değerin özel çıkar gruplarının elinden yoksul halk kitlelerine transferi demokratik bir kent yönetiminin en temel amacı olmalı. Bu bağlamda ortak alanlar önemli bir yer tutar. Harvey ortak alanları “bir toplumsal ilişki” şeklinde tanımlar. Sermayenin el koyduğu bu alanları talep etmenin yolu sadece işgal etmek olmamalı. Bu alanlar, sahiplenilmedikçe, üzerinde toplumsal ilişkiler kurulmadıkça, kolektif olarak sahip çıkmak olanaksızlaşır.

Kent hakkının yaşama geçirilmesindeki en önemli unsur kentte yaşayan insanların aktif yurttaşlık bilinciyle hareket ederek kendileriyle ilgili kararlara katılmaları, kendi yaşamlarına kendileri yön vermeleri. Kent hakkı yeni bir toplum, yeni bir kent amaçlıyorsa, bunun gerçekleşmesi halkın katılımına bağlıdır. Bu aynı zamanda karar verme süreçlerinin demokratikleştirilmesi anlamını taşımakta.

Temsili demokrasilerde halk seçimden seçime sahneye çıkar. Halkın iradesi ancak sandık başında görünür. Bunun dışında alınan kararlarda halkın iradesi yoktur. Seçilenler seçildikten sonra bağımsız hareket ederler. Böyle bir sistem halkın siyasete yabancılaşması sonucu doğurur. Oysa demokrasinin günümüzde ulaştığı nokta, halkın karar sürecine katılmadığı, tüm kararların tek bir merkezden verildiği, yukardan aşağı bir yönetimin demokrasi olarak tanımlanamayacağı yolunda.

Katılımcı demokrasisinin gerçekleşeceği yer kentler ve kentleri yöneten yerel yönetimler. Avrupa Kentlerde İnsan Haklarını Koruma Şartı şöyle der: “Günümüzde temsili demokrasinin içinde bulunduğu kriz karşısında, kent yeni bir siyasal ve toplumsal mekan olarak ortaya çıkmakta. Burada katılımcı bir demokrasi için heyecan verici olanaklar doğmakta. Kentte yaşayan herkes kent yaşamına katılma olanağına sahip olacak.”

Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’nın ek Protokolü de taraf devletlere “ yetki alanları içinde herkese yerel yönetimlere katılma hakkını sağlama” yükümlülüğünü öngörmekte.

Katılımcı demokrasi temsil demokrasinin eksiklerini tamamlayan yeni bir demokrasi projesi. Temsili demokrasinin yerine geçecek bir seçenek değil. Temsili demokrasiyle birlikte var olabilir. Temsili demokrasiyi geliştirir, yeni bir hayat verir. Ancak bunun için merkezi yönetimle yerel yönetimler arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi, ülkeyi yöneten zihniyetin iktidarı yerel yönetimlerle paylaşan, ademi merkeziyetçi bir yaklaşıma sahip olması gerekir. Aynı zamanda halkın katılımını sağlayacak mekanizmaların da kurulması önemli.

Bunun yanında en önemli etken kentte yaşayan insanların kendileriyle ilgili karar sürecine katılımı bir hak olarak görmeleri. Kendi geleceğini belirlemeyi talep etmeleri, kendilerinin katılmadığı kentle ilgili kararlara, planlara itiraz etmeleri. Kent hakkı, itiraz hakkını da içerir. Kentte yaşayan insanların pasif yurttaşlıktan aktif yurttaşlığa geçmeleri, kendi iradelerini hiçe sayan kararların kent planlarının meşru olmadığını ileri sürerek itiraz hakkını kullanmaları, kente sahip çıkmaları kentli olmanın getirdiği sadece hak değil, aynı zamanda sorumluluk.

Maraş depremi, yol açtığı sonsuz acılar yanında kurulacak yeni kentlerin yeni bir katılımcı demokrasi anlayışıyla kurulması için bir fırsat da veriyor. Yeni kurulacak kentlerle alınacak kararların tepeden inme değil, orada yaşayan insanların katılımıyla alınması, depremdeki can kayıplarını büyük olmasına yol açan rantçı zihniyetin değiştirilmesi bakımından önemli. İnsanların özgürce yaşayabileceği, çevreyi koruyan, sağlıklı, güvenlikli kentler ancak böyle kurulabilir.

Ancak iktidarın Maraş depreminden doğru dersleri çıkarmadığı, OHAL kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nden anlaşılıyor.

Kararnameye göre, her türlü yetki Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na veriliyor. Bunun anlamı, bütün kararların Cumhurbaşkanı tarafından alınması. Bakan, seçilmiş biri değil, Cumhurbaşkanı tarafından atanan bir görevli. Kararname her zaman olduğu gibi tepeden inme. İlgili yerel yönetimlere danışılmadan hazırlanmış. Örneğin, Bakanlığa mera ve ormanları yapılaşmaya açma yetkisi veriyor. Ama bunu yaparken yerel yönetimlere, mera ve ormanlarda yaşayan, yaşamını buralarda sürdüren insanlara hiçbir şey sorulmuyor. Köylerdeki meralara yapı ruhsatı vermek ya da imar yönetmelikleri çıkarma yetkisi de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na devrediliyor. Hükümetin geçmiş uygulamaları yeni rant kapılarının açılacağını ve bunun da yeni felaketlere neden olacağını gösteriyor. Kararnamenin ilginç bir yönü itiraz hakkının kaldırılmış olması. Özetle, Maraş depreminin yerle bir ettiği kentlerin yerine yeni kentler kurulurken Hükümet, eski neo-liberal politikalarını tekrarlıyor. Yapılmaması gereken ne varsa onu yapıyor. Oysa iktidar neo-liberal politikalarında ısrar ettiği, mera ve ormanlar gibi ortak alanları istediği gibi tasarruf edebileceği, rant getiren boş alanlar olarak gördüğü sürece, Türkiye’nin içinde bulunduğu krizden çıkması olanaksız.

Türkiye’nin kent sorunlarının da, ülke sorunlarının da çözümü, radikal bir dönüşümle halkın kendi yaşamı hakkında söz sahibi olduğu yeni bir demokrasinin kurulmasına bağlı. 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Tayfun Kahraman’ın kelepçeleri

Jandarma görevlilerinin Tayfun Kahraman’a yaptıkları muamelelerin bir insan hakkı ihlali ve TCK’de yazılı bir suç olduğu kuşkusuz. Etkili bir soruşturma yürütülürse, görevlilerin yargı önüne çıkarılması ve cezalandırılması gerekir

Ne yapmalı?

Seçenekler çok açık: Ya susacağız, iktidarın baskıcı gücüne boyun eğip sessiz bir toplum olacağız, iktidarın gerçekleriyle yaşayacağız, ya da bir demokrasi mücadelesi vereceğiz. Gerçekleri söyleme cesaretini göstereceğiz. Bu iktidara gerçeklerin, özgürlüklerin silahıyla karşı çıkacağız. Bu demokrasi mücadelesi sırasında aynı zamanda yeni bir Türkiye'nin, yeni bir demokrasinin yol taşlarını döşeyeceğiz

Kim korkar Açık Radyo'dan?

Açık Radyo’nun lisansının iptali, Türkiye’yi büsbütün karanlığa iterek rejimin normalleşmesi yönünde bir siyasal iradenin mevcut olmadığını ortaya çıkardı. Kapalı bir rejime açık değil, kapalı radyolar yakışır

"
"