15 Haziran 2023

Değişim

Günümüzde her şey hızla değişiyor; toplumlar da kurumlar da buna ayak uydurması gerekir

Son günlerde herkes bir "değişim"den söz ediyor. Ne var ki "değişimin" içeriği açıklanmadığı için "değişimden" ne murat edildiği, "değişimler" arasında ne fark olduğu anlaşılmıyor.

"Değişim" elbette önemli bir kavram. Günümüzde her şey hızla değişiyor. Toplumların da, kurumların da buna ayak uydurabilmesi gerekir. Ancak değişim her zaman arzu edilen, iyi bir şey değil. Bazen değişmemek daha iyi olabilir.

Kafka’nın ünlü "Metamorfoz" öyküsünde bir seyyar satıcı olan Gregor Samsa büyük bir değişim geçirir. Bir sabah kalktığında bir de bakar ki büyük bir hamam böceğine dönüşmüş. Vücudunun aldığı yeni biçim nedeniyle bir türlü yataktan inip kapıyı açamaz. Kendi vücuduna yabancılaşır.

Türkiye de Gregor Samsa’ya benzer bir değişim geçirdi. AKP iktidarıyla bir "Yeni Türkiye" ve yeni bir toplum yaratıldı. Demokrasiden uzaklaşıldı. Dini değerler bir toplumsal kimliğe dönüştürüldü. Muhafazakâr, dindar, milliyetçi, içine dönük, evrensel değerlerden kopuk bir toplum oluşturmak için çaba gösterildi.. Bu Cumhuriyet’in laik Türkiye projesinin kökten değiştirilmesiydi. Gregor Samsa’dan farklı olarak Türkiye’nin değişimi aniden olmadı. Adım adım gerçekleştirildi.

O gün bugündür, Gregor Samsa gibi debelenip kapıyı açmaya uğraşıyoruz. Ama bir türlü açamıyoruz. 14 ve 28 Mayıs seçimleri bu debelenmenin son aşamasıydı. Yeni bir kimlik giydirilen toplumun gövdesinin aldığı yeni biçim bu çabaların başarıya ulaşmasına izin vermedi.

Seçimden önceki dönemde muhalefetin değişim söylemiyle, seçim yitirildikten sonra muhalefetin değişim söylemi arasında fark var. Seçimden önceki değişim söylemi, seçim kazanılınca devleti ve toplumu değiştirmeyi, AKP’nin yeni Türkiye  uygulamasına son vermeyi, demokratik, özgürlükçü, laik bir Türkiye’yi kurmayı öngörüyordu. Altı siyasal parti tarafından açıklanan ortak program, bu amacı gerçekleştirmeye yeter mi, değil mi ayrı bir tartışma konusu. Ama seçim yitirilince böyle bir değişim programı söz konusu değil. "Değişim"den kast edilen, olsa olsa seçimde yenilgiye uğrayanların değişmesi. Bu da seçimde yenik düşen siyasal partilerin ciddi bir özeleştiri ve ortaya çıkan yapısal bozuklukların üstüne giderek radikal  düzenlemeler yapma cesaretine sahip olmalarına bağlı.

Peki, bundan sonra ne olacak? Gregor Samsa yorganı başına çekip talihine mi küsecek, yoksa her şeye rağmen kapıyı açmaya mı çalışacak? İkincisini seçersek yeni yapılarla ciddi bir değişim programı üstünde çalışmalıyız.

Çağdaş demokratik bir toplumda, toplumsal ve siyasal değişim, siyasal sisteme yeni toplumsal aktörlerin girmesi, sistemin bu yeni aktörleri kabul etmesi ve yeni bir güç dağılımına gidilmesiyle gerçekleşir. Bu koşullara uygun bir değişim için önümüzde bir fırsat var: Gelecek yıl yapılacak yerel seçimler. Bu yerel seçimlere muhalefet, yeni bir katılımcı yerel demokrasi anlayışını içeren radikal bir değişim programıyla girebilir. Katılımcı demokrasiyi temel alan yeni, bütüncül bir Türkiye vizyonu ile yerel seçimlere hazırlanabilir.

Katılımcı demokraside insanlar kendi yaşamlarını etkileyen konularda tartışır, karar alır, uygular ve denetler. Katılımcı demokrasi, kararların temsilciler aracılığıyla değil, doğrudan halk tarafından alınmasını ve kimlikler üzerinde değil, sorunlar üzerinde odaklanmasını gerektirir. Katılımcı demokrasinin üç temel ilkesi katılımcılık, kapsayıcılık ve müzakerecilik.

Katılımcı demokrasi, yeni bir siyaset kültürü oluşturur. Çoğulcu, eşitlikçi, müzakereci, tahakküm ilişkilerinin sona erdiği yeni bir demokrasi anlayışına yol açar. Siyasal partiler, parlamenter demokrasinin kurumları varlıklarını sürdürür. Ancak çoğu karar yerelde, halk tarafından doğrudan alındığından siyasal partilerin ve liderlerin önemi azalır. Dolayısıyla siyasal gerginlikler, kutuplaşma ortadan kalkar.

Katılımcı demokrasi halkı siyasetin öznesi yapar. Öznesi halk olan bir değişimin, halk tarafından sahiplenilmesi anlamına gelir. İktidar, insanın insan üzerindeki egemenliğiyse, katılımcı demokrasi insanın kendi yaşamı üzerinde iktidarını sağlar. Sorunların esas sahiplerinin çözüm aramalarına olanak verir. Katılımcı demokrasinin sağlam bir temele oturtulması sivil toplum kuruluşlarıyla yerel yönetimler arasında sağlıklı bir işbirliğine bağlıdır.

Katılımcı demokrasinin ya da yerelden yönetimin dünyada, 1871 Paris komününden başlayarak, pek çok örneği var. Paris Komünü önemli bir örnek. Paris Komünü gerçekte büyük ölçüde bir kent konseyiydi: Aralarındaki derin görüş ayrılıklarına karşın, mahallelerden başlayan seçilmiş temsilcilerle Paris’in yaşamı üzerinde demokratik, özgürlükçü bir düzen oluşturdu. Komün Meclisi en üst karar organıydı. Meclis’in komisyonları vardı ve kararları bunlar alıyordu. Komünde polis dağıtıldı, zorunlu askerlik kaldırıldı. Din eğitimine son verildi. Memur ve işçi maaşları eşitlendi. Sanat etkinlikleri yeniden düzenlendi. İfade özgürlüğünün önündeki engeller kaldırıldı. Büyük bir özgürlük ortamı yaratıldı.

Katılımcı demokrasinin ülke çapında yeni bir yönetim biçimine yol açması için yerelde gerekli mekanizmaların kurulmasına ve mevcut sisteme entegre edilmesine ihtiyaç var. Türkiye’de yerelde örgütlenmenin çekirdeği mahalledir. Muhtarlar mahalle meclislerini örgütleyip toplantıya çağırabilirler.

5393 sayılı Belediye Yasası ile kurulan Kent Konseyleri’nin işlevi, "yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışmak". Ancak uygulamada Kent Konseyleri, bazı istisnalar dışında, ölü doğdu. Şimdi Kent Konseyleri’ni işlevsel bir hale getirmek gerekir. Bunun için Kent Konseyleri’nin oluşmasında yürütmenin rolüne son vermeli ve Kent Konseyleri Belediye Başkanlarına bağlı olmaktan çıkmalı.

Türkiye’de demokrasinin yeniden kurulması için yerel-merkez ilişkisinin yeniden tanımlanmasına, merkezin vesayet yetkisine son verilmesine, merkezin yetkilerinin yerele devredilmesine gereksinim var. Bu bağlamda önemli bir konu yerel yönetimlerin bütçe yetkisine sahip olmaları.

Merkez-yerel ilişkisinin yeniden tanımlanması ve yetkilerin ademi merkeziyetleştirilmesi bakımından üç düzey düşünülebilir:Yetkilerin dağıtılması, delege edilmesi ve devredilmesi. Yetkilerin dağıtılması ve delege edilmesinde merkezi hükümet mali ve siyasal kontrolü elinde bulundurur. Yetkilerin devredilmesinde ise merkezi otorite tarafından kontrol edilmeyen yeni karar birimleri oluşturulması söz konusu. O zaman bu birimlerin bütçe yapma hakkına sahip olması gerekir.

Katılımcı bütçe deneyiminin iyi bir örneği, Brezilya’daki Porto Allegre deneyimi. Porto Allegre kenti  katılımcı bütçe uygulamasını 1989’da başlattı. Başlangıçta kentteki 16 bölgenin her birindeki mahallelerde herkese açık toplantılarla en acil ihtiyaçların sıralaması yapıldı. Ardından yurttaşlar kent düzeyinde yapılacak bütçe görüşmelerinde kendilerini temsil edecek delegeleri seçti. Nihai aşama yurttaşların kentin kaynaklarının nasıl dağıtılacağının ve yatırım önceliklerinin yurttaşlar tarafından belirlenmesiydi. Süreç kent yönetimi ile sivil toplum arasındaki işbirliğine dayanıyordu. Müzakereler proje temelinde yürütülüyor, sonra yatırım ve bütçe planına dönüştürülüyordu. Bütçe planı onaylaması için kent meclisine sunuluyordu.

Bu deneyim, Porto Alegre’deki yoksul kesimlerin sesinin duyulmasına, gelir eşitsizliğinin azaltılmasına, yolsuzluğun ortadan kaldırılmasına yol açtı. Katılımcı bütçe bugün dünyanın birçok kentinde uygulanmakta.

Porto Alegre’den yıllarca önce başarılı bir katılımcı demokrasi deneyimi Türkiye’de yaşandı. 1979 yılında Fatsa Belediye Başkanlığına seçilen Terzi Fikri, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçti. Fatsa, 11 yönetim bölgesine bölündü ve her gölgede kurulan Halk Komiteleri aracılığıyla halkın doğrudan katıldığı toplantılarda alınan kararlarla yönetildi. Mahalle örgütlenmesi ve halk katılımıyla Fatsa’nın sorunları çözüldü. Karaborsacılık önlendi. Ancak 12 Eylül 1980 sonrasında askeri yönetim bu başarılı deneyime son verdi.

Türkiye’de başka başarılı doğrudan demokrasi deneyimleri de var. Ovacık deneyimi, Bursa’da Nilüfer Belediyesi deneyimi, İzmir’deki ve başka bölgelerdeki uygulamalar değerli bir birikim oluşturuyor. Ancak şimdi bütün bu deneyimlerden çıkarılan derslerle katılımcı demokrasiyi kurumallaştıracak, bir yönetim biçimine dönüştürecek bütüncül bir projeye gereksinim var. Halka şu mesajın verilmesi gerekiyor: "Yoksulsan, işsizsen bunun nedeni seninle ilgili kararların senin dışında alınması . Biz kendi kaderini kendi alacağın kararlarla çizeceğin yeni bir model öneriyoruz."

Yerel seçimden önce halkın karşısına böyle bir projeyle çıkmak için her şeyden önce seçimi kazanmanın ötesinde düşünmeyi gerekir. Tabandan yukarı yeni bir Türkiye kurmak için önümüzde hala fırsat var.

Rıza Türmen kimdir?

Türkiye'nin önde gelen insan hakları hukukçularından ve diplomatlarından olan Rıza Türmen İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.

Kanada Montreal McGill Üniversitesi'nden hukuk yüksek lisansı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Siyasal Bilimler doktorası aldı.

Avukatlık stajını yaptıktan sonra, 1966 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Dışişleri Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu.

1985'de Singapur'a ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı.

1993 Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda ve AGİT, İnsani Boyut Toplantıları'nda Türk Heyeti Başkanlığı'nı yaptı.

1994'te İsviçre'ye Büyükelçi olarak atandı. 1996'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi oldu.

1998 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi. 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü.

2008'de Türkiye'ye döndükten sonra 10 yıl Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazdı.

2011 seçimlerinde CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. TBMM Adalet Komisyonu ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda görev yaptı.

2009 yılında Türkiye Barolar Birliği Yılın Hukukçusu Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Üstün Hizmet Ödülü, 2010 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Cumhuriyet Ödülü Rıza Türmen'e verildi.

İnsan Hakları ve hukuk konularında yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış çok sayıda makale ile kitap bölümleri kaleme aldı. "Güçsüzlerin Gücü-Türkiye'de İnsan Hakları" ve "Türkiye'de Demokrasi Arayışı" adlı iki kitabı yayımlandı.

Halen demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarını sürdüren Rıza Türmen, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi'nin eş sözcülüğünü yapıyor.

Sanata yakın ilgi duyan ve yaklaşık 40 yıldır çello (viyolonsel) çalan Rıza Türmen, T24'te 2013 yılından beri, ağırlıklı olarak temel haklar, insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, genel hukuk ve politika konularında yazılar yazıyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Seçim sonrasında CHP'den beklentiler

31 Mart seçimleri sonrasındaki Türkiye'de paradoks şudur: Demokratik bir rejimle yönetilmeyen bir ülkenin kentlerinde demokratik bir rejimden söz etmek olanağı var mıdır? Bu sorunun yanıtı CHP'li belediyelerin performansına bağlıdır. CHP'li belediyeler, Türkiye'de demokrasiyi, aşağıdan yukarı yerelden merkeze doğru inşa etmek olanağına sahipler. Yeter ki bu fırsat iyi değerlendirilsin

Taksim hukuksuzluk meydanı

Sorun yalnızca 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’na getirilen yasakla sınırlı değil. Barışçı gösterilerin yasaklanması, kolluk güçlerinin barışçı toplantı ve gösterileri engellemek için orantısız güç kullanmaları, ölümcül tehlikesi olan göz yaşartıcı fişekleri kalabalığın üstüne sıkmaları, toplantıya katılanları hırpalayarak gözaltına almaları ve bunu izleyen cezasızlık ülkemizde sık görülen manzaralar

Yaşlı Kadınlar İklim Koruma Derneği ve insan hakları

İsviçre Dışişleri Bakanlığı “Bu karar AİHM’in saygınlığına gölge düşürmüştür” yolunda açıklamalar yapmadı...