Bu yıl İstanbul nüfusunun 13.8 milyon olduğu tahmin ediliyor.
Yani 14 milyonluk bir kentin geçirdiği 24 saatten söz ediyoruz.
Gece yarısından itibaren şehir içinde ulaşım kademeli olarak durdurulmaya başladı.
Ardından giderek –Anayasal bir hak olan- seyahat özgürlüğü –yaygınlaşarak- kısıtlandı.
İşe gitmesi gerekenler mesailerini, seyahat etmesi gerekenler uçak/otobüs seferlerini kaçırdı.
“Hastam var. Acilen hastaneye yetiştirmem gerekiyor” diyenler hayati tehlikeyle kaygılandı.
“Benim 1 Mayısla siyaseten/vicdanen bir rabıtam yok” diyenler, aileleriyle bir pikniğe gitmeyi düşünmüşse de gerçekleştiremedi. Çünkü yasaktı.
Kentin çatışma alanlarında oturanlar bol bol gaz soludu. Korku ve panikle çocuklarını sokağa bırakamadı.
Dünyanın en kalabalık 23. kenti İstanbul, bir inşaat çukuruna esir oldu.
Çubuğu tersine bükelim. Sayıları 3.500 ila 8 bin arasında değişen sayıdaki gösterici için İstanbulluların hayatlarından bir gün çalındı.
İçişleri Bakanı’na göre göstericiler 8 bin kişiydi. Vali ise sayılarını 3.500’e kadar indirmişti. Peki kaç polis görev almıştı? 22 bin! Yani bakana kalırsa her göstericiye 3, Vali’ye kalırsa 8 polis düşmüştü. Düşünebiliyor musunuz? Devletin böylesine azımsadığı göstericilere karşı bir şehirde hayatı durdurmak doğal karşılanmıştı.
1 Mayıs’ta hükümetin gösterdiği tavra iki neden gerekçe gösterildi.
Birincisi inşaat çukuruydu. “Bu defaya özgü” Taksim’de ısrar edilmemeliydi. Zira inşaat çukuru vardı. Kötü şeyler olabilirdi.
Peki ya inşaat gelecek yıl da bitmezse ne olacaktı? Anlaşılamadı.
Peki ya inşaat bittikten sonra “şimdi de Taksim Kışlası AVM inşaatı başladı. Onu da bekleyin” denirse ne olacaktı? Kimse sormadı.
Peki ya “bu defaya özgü” bir durumdan söz ediyorsak, Çalışma Bakanı büyük mitingler için iki farklı yeni alan çalışması yapıldığına ilişkin açıklamayı neden yapmıştı?
İkinci neden her zamanki gibi ekonomikti. Kışla yapılınca Taksim daha da bir alışveriş merkezi olacaktı. O halde 1 Mayıs gibi müşteri/tüketicinin “satın alma özgürlüğünü kısıtlayacak” bir günden de imtina edilmeliydi.
Yani üç yıllık bir özgürlüğün ardından “nasıl verdiysem, öyle alırım” ceberrutluğu galebe çalmıştı.
Oysa Taksim verilmemiş alınmıştı. O alanda 1 Mayıs kutlamak için bugüne kadar 43 işçi/öğrenci/çalışan yaşamını yitirmişti. Sözkonusu olan bir “inat” değil, bir inançtı. Ahde vefa ve alana atfedilen ahlaki duruştu.
Aslında konuşulanı İhsan Eliaçık’ın “başka meydan mı yok? Neden Taksim’de ısrar ediliyor ki” eleştirisine karşı “başka camimi mi yok? O halde neden Ayasofya’da ısrar ediliyor” şeklinde verdiği yanıt özetliyordu. İnanç ve ideolojik duruşların mekanlara verdiği önem ve tarihsel liyakatle ilgiliydi.
1976, 1978’de Taksim’de 1 Mayıs barışçı biçimde kutlandı. 1977 solun son büyük kitlesel gösterisiydi. Son kalması için o provokasyon yapılmıştı. 1977’den itibaren 1 Mayıslar panik, korku, kaygı ve terör kavramlarıyla birlikte anılır olmuştu. Askeri cunta 1 Mayıs’ı “devlet meydanı” ilan ettikten sonra da bir daha 1 Mayıs törenleri yapılamaz olmuştu.
Ancak her 1 mayısta ülkede yaratılan korku iklimi, sol ile kitleler arasındaki soğukluğun bir sembolü olarak bilindi. Ancak son üç yılda yaşanan ve beklentilerin çok ötesinde bir kitlesel katılımla barışçı biçimde kutlanan 1 Mayıs törenleri aslında solun geldiği feraseti göstermesi açısından anlamlıydı.
Eğer ki devlet olarak bir meydanı bütün kenti paralize ederek savunuyorsanız,
Eğer ki devlet olarak inşaat çukurunu onbinlerin özleminden çok düşünüyorsanız,
Eğer ki devlet olarak müktesep hakkı keyfi biçimde almayı bir asayiş problemi olarak görüyorsanız,
Eğer devlet olarak 22 bin polisinizle kimselerin inşaat çukuruna düşmeden 1 mayıs kutlayabileceğine inanmıyorsanız,
Aslında 1 mayısların yeniden eskisi gibi toplumda korku ve kaygı dolu bir gün olarak hatırlanması ve algılanması kararıyla hareket ettiğiniz anlaşılır.
Bunun siyaset/istihbarat dilindeki adı da psikolojik harptir.