Türkiye sosyalistleri asli olarak TKP geleneğinden çok 68 sürecinden etkilendi.
1968’de dünyayı yalayan gençlik hareketleri ve toplumsal muhalefet çok güçlü bir rüzgardı. Bu rüzgar sadece muhalif olmayı değil, muhalefetin farklı biçimlerinin de gelişmesini sağlamıştı. Hippilik, pasifizm, feminizm vb. muhalefet dilinde çeşitlenen ve sesi daha gür çıkan yapılar ortaya çıkmıştı.
Kabul etmek gerekir ki bu muhalefet etme biçimleri içinde en güçlüsü sol tarafından estirilen rüzgardı. Marksist sol açısından 1968 süreci hala “devrimci ayaklanmalarla” iktidara yürümenin mümkün ve meşru kabul edildiği bir döneme tekabül ediyordu. Vietnam, Kamboçya, Laos ve Latin Amerika ve Afrika’daki devrimci hareketler silahla despot, işgalci rejimlerin değiştirilebileceği umudunu körüklüyordu. Bu gerçeği kabullenmeden Türkiye soluna bakmak eksik bir analiz olacaktır.
Bu süreçte Türkiye’deki devrimci gelenek üç ana akımdan etkileniyordu. Henüz işçi sınıfı ve gençlik içinde kökleşmemiş, illegalite ile muhalefet arasında dengeyi kuramamış TKP daha zayıf bir akımdı. TİP sonraki yıllarda her ne kadar bu gelenekle daha uyumlu/iç içe bir profil sergilese de legal/kitlesel muhalefetin odağı olarak beliriyordu.
Gençlik içinde Fikir Kulüpleri Federasyonu ile başlayan ve DEV-Genç ile şekillenen gençlik muhalefeti TİP ile arasına girecek MDD (Milli Demokratik Devrim) tartışmaları sürecinde daha militan ve daha devrimci bir alternatif olarak ortaya çıktı. Kanlı Pazar ile başlayan, Vedat Demircioğlu’nun öldürülmesi ve ünlü “Komando Kampları” ile gençliğin karşısına anti-komünist gençlik geliştirme projeleri ile ilk kez çatışma ortamı 1968 ve sonrasında yeşerdi. Ancak ilginçtir ki 12 Mart döneminde karşılıklı siyasi cinayetlerle öldürülen insan sayısı “sadece” (!) 40 kişiydi.
1968 sonrasında Türkiye devrimci hareketi TİP’in “reformizmi” karşısına, düzenin devrimci bir değişimi ve Marksist şemaya özgü devletin yıkılması perspektifini koydu. Bu dönemde devrimci solun iki ana akımı THKP-C ve THKO’ydu. THKP-C ağırlıklı olarak Mahir Çayan’ın Kesintisiz 1/2’de ortaya koyduğu Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi ile “bir devrim tahayyülünü” içeriyordu. THKO ilk kurulan örgüttü. Kuruluş açıklamasında ortaya koyduğu perspektif silahlı mücadeleydi. Şöyle deniyordu: Örgütün varlığını kamuoyuna açıkladığı 4 mart 1971 tarihli bildirisinde “Amacımız Amerika'yı ve tüm yabancı düşmanları temizleyerek, hainleri yok etmek ve düşmandan temizlenmiş tam Bağımsız Türkiye’yi kurmaktır.” Başlangıçta kırdan şehre gidilmesini savunan ve başarısız da olsa Nurhak Dağları’nda ilk kez denenen “gerilla” anlayışı bu zihniyetin ürünüydü. “Düşmanlar” temizlenecek, “hainler” yok edilecekti.
12 Mart’ın devrimcileri silahı ve şiddeti Türkiye’de kurulacak sosyalizmin “olmazsa olmaz” aracı olarak gördü. 12 Mart Askeri Müdahalesi ve sonrasında gerçekleşen Balyoz Operasyonu bu devrimci “geleneği” yine şiddetle sona erdirdi. Ancak 1974 sonrasındaki bütün devrimci grup ve akımlar adeta bu üç ana akımın paltosundan çıktı. THKO ve THKP-C’nin bu süreçteki pratiği sonraki kuşaklar tarafından “devrimci miras” olarak kabul edildi. 12 Mart’ın belki de en önemli miraslarından biri devrimci gruplar arasındaki dayanışma ve “siper kardeşliği” olması gerekirdi. 12 Mart’ın devrimcileri bunu kanıtlamıştı. Ne yazık ki bu “miras” geleceğe aktarılamadı.
1974’de sokaklar yeniden hareketlenip, yeniden toplumsal muhalefet şekillendiğinde sokaklarda sadece solun değil, -kendi zıttını doğuran- ülkücülerin de boy göstereceği ortaya çıktı. Yeniden çatışmalar başladığında yaşamını yitiren ilk 10 kişinin tamamı sol görüşlüydü. İlk yüz kişiye bakıldığında ise çatışmalarda hayatını yitiren 100 kişiden 76’sı soldan, 24’dü sağ görüştendi. Silah yeniden sokağa çıkmış ve hemen ölüm kalım ortamında egemenliğini/meşruiyetini kuruvermişti.
1974 sonrasının belki de en belirgin özelliği, Türkiye solunun o dönemde “Uluslar arası Komünist hareket” diye nitelendirdiği dünyada sol içinde yaşanan ayrışmalardan dramatik biçimde etkilenmesiydi. Sovyetler Birliği, Çin, Arnavutluk arasındaki bölünmeler adeta birebir Türkiye’ye yansıdı. Dahası bu ayrışmalar “Türkiye’de devrimin nasıl şekilleneceği” gibi bir ön kabulle desteklendiği için hayati bir “duruş” olarak nitelendi.
Bu duruşun iki odağından birinde “Sovyetikler” olarak bilinen TKP, TİP, TSİP, -sonraları- Emeğin Birliği gibi Sovyetler Birliği’ni “sosyalizmin sarsılmaz kalesi” olarak gören parti ve gruplar vardı. TKP 1974 sonrası “kitle içinde parti çalışması” yapmış ve DİSK, TÖB-DER, TÜM-DER gibi demokratik kitle örgütleri içinde büyük bir nüfuz elde etmişti.
Diğer yanda ise kendilerine “Marksizm-Leninizm ve Mao Ze DungDüşüncesi”ni kılavuz aldıklarını söyleyen gruplar vardı. THKP-C’den ayrılan Halkın Yolu, THKO’dan ayrılan Halkın Kurtuluşu, PDA geleneğini temsil eden Halkın Sesi, TKP-ML’den ayrılan Halkın Birliği ve TKP_ML’yi temsil eden Halkın Gücü dergilerinin ortak paydası Sovyetler Birliği’ni “Sosyal Emperyalist” görmeleriydi. Kısa sürede bu ülkeyi destekleyenler de “işbirlikçi sosyal faşist” olarak kabul edildi.
Marksizm-Leninizm perspektifini kabul eden “Sovyetik” gruplar ise muarızlarını “Maocu Bozkurt” olarak niteleyince sokağın şiddet dilinde Ülkücü-“Maocu”-“Sosyal faşist” şeklinde bir üçleme oluşmuştu.
Peki ya sol içi diğer akımlar?
Bu dönemde en doğurgan olan ve bölünmelerle sosyalistler arasında yepyeni akımların doğmasına yol açan eğilim THKP-C idi. Dev-Yol, Dev-Sol, Kurtuluş, Acilciler, Halkın Devrimci Öncüleri, MLSBP, Çayan Sempatizanları, Devrimci Kurtuluş, Üçüncü Yolcular, Devrimci Savaş gibi siyasi hareketler ve eğilimler ortaya çıktı. Ana akımı Dev-Yol temsil etse de bu görüşler arasında da (özellikle Dev Yol ve Kurtuluş) şiddete dönük çatışmalar ve ölümler yaşandı.
1974 sonrasında Türkiye’nin en belirgin iklimi toplumsal muhalefeti solun temsil etmesiydi. CHP’nin o dönemdeki sol ve anti-faşizm üzerinden kurduğu retorik sosyalist muhalefetin gelişiminde olumlu bir role sahipti. CHP sosyalistlerle arasında ciddi mesafe koysa da CHP’nin yarattığı iklim sosyalist muhalefetin yeşermesi için verimli bir atmosfer yaratıyordu.
Ancak birbiriyle kavgalı ve birbirine mesafeli bakan, en çok da muhatabını “pasifizm”, “oportünizm”, “reformizm” ekseninde eleştiren bir sosyalist zihniyet haritası vardı. Dolayısıyla silahla ve şiddetle arasına mesafe koymak “karşı-devrimcilik”, “tatlı su devrimciliği” olarak niteleniyordu. Örgütlerin çok büyük bölümü silahlı devrimi değişimin biricik aracı olarak görüyordu. Dahası ülkücüler de “vatanı komünizme karşı savunmak” gerekçesiyle silahı gündelik hayatın en küçük birimlerine kadar kullanır olmuştu. Hal böyle olunca da “anti-faşist direnişin” silahsız olması adeta eşyanın tabiatına aykırı görülüyordu.
Büyük bir resim çizdiğimizin farkındayız. Ancak 1970’ler Türkiye’si ve dünyası algılanmadan sol içi çatışmaları değerlendirebilmek olanaksızdı.
1 Mayıs 1977’ye giden yol işte böyle kanlı ve gruplar arası düşmanlığın kök saldığı bir döneme tekabül eder. Peki 1976’da bu ayrışma yok muydu? Vardı. Peki Taksim’e bu gruplar çıktı mı? Evet. Sol çatıştı mı? Hayır. Bu gerçeğin ışığında 1 Mayıs 1977’de devletin rolünü küçümseyip, solu hedef tahtasına oturtanlara birkaç noktanın hatırlatılması gerekir.
1977 yılında sol –bütün ayrışmalarına karşın- bu ülkenin en etkili gücüydü. Alanlar sola inanan gençler, işçiler, emekçiler ve köylüler tarafından kullanılır, sol giderek gücünü artırırdı. İşte böylesi bir dönemde 1977 bir dönüm noktası oldu. Sosyalistler arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin ötesinde devreye giren bir güç vardı. Zira o güç bu çelişkileri geçmişte böylesine etkin kullanabileceği ortamlarda galebe çalamamış ama Türkiye sosyalistlerinin ve emekçilerinin en kitlesel buluşmasını hedef seçivermişti.
1977, Türkiye sosyalist hareketini büyüten dalganın geri çekildiği, halkın alanlardan uzak durması dersini çıkarmak zorunda kaldığı, grupların giderek daha da kendi içine ve ideolojisine büzüldüğü bir miladın adıdır. 1977, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde darbe fikriyatının öne çıktığı, darbeci olarak bilinen bir generalin emekli edildiği ama 1978’de Ordu içinde bir çalışma grubu kurularak darbe lojistiğinin planlamasının başladığı sürecin öncülüdür.
12 Eylül dönemi genelde solun özelde sosyalistlerin halkla bağının ideolojik ve yasal olarak koparıldığı bir dönemi anlatır. 12 Eylül’ün en önemli mağduru sol ve sosyalistler olmuştur. “Fikri iktidarda” olanlarla “Türk-İslam Sentezi”nin devlet ideolojisi kabul edildiği muhafazakarlar, bu dönemdeki mağduriyetlerini kısa sürede devletle uzlaşma-devlette yer alma “ezel ebet devlet” duruşuyla sağlamıştır.
Dünyada ise reel sosyalizmin gerek devlet gerekse ideolojik olarak çöküşü ve Türkiye sosyalistlerinin bu süreci doğru ve ikna edici biçimde izah edememeleri sonucunda sosyalistler ülkede ideolojik hegemonyalarını yitirmiş, devletin baskıları ile giderek küçülen ama –nedense- hala bölünen küçük hareketlere dönüşmüştür.
Bugün 1977’de yaşananlara dönük manipülasyonları reddederken “duygusal” değil, yaşanan bütün olayların ışığında bu saldırıda devletin parmağı vardı diyoruz. O saldırı sol içi çatışma ile izah edilemez. Bütün olgular alanda başka bir silahlı gücün varlığını kanıtlıyor. Daha da önemlisi bu güç saldırı sonrasında devlet tarafından özenle gizleniyor.
Bugün 1977’de yaşananlara dönük alaycı, sosyalistleri küçümseyen, onları tarihsel konumlarından soyutlayan, 1970’li yıllar Türkiye’sini 2012 merceğinden insafsız ve hoyratça değerlendiren zihniyetin “rasyonel akıl” ya da “tarihsel gerçekliğin ortaya çıkarılması” gibi bir safiyetle hareket etmediğini, tam tersine, rövanşist bir histeriyle hareket ettiklerini görüyoruz. Halil Berktay’ın “ben de biraz sert konuştum” minvalindeki açıklaması öz eleştiri olmaktan öte sadece en genci 50 yaşını aşmış olan muhataplarını azarlamakta bir beis görmediğini göstermektedir.
Nazım’ın deyişiyle;
“Yenenler, yenilenlerindikişsiz, ak gömleğinde sildiler kılıçlarının kanını”
Duygusallıkla değil ama inançla dediğimiz şudur;
Her düşüncenin, her ideolojinin, her inancın kendisine ait değerleri vardır. Bu değerler kimi zaman satırlarda, kimi zaman olaylarda kimi zaman da kişilerde cisimleşir. 1977 Türkiye sosyalistlerinin hala aydınlanmamış, hala bilinmeyenlerle dolu ortak tarihi ve ortak vicdanıdır. 35 insan o meydanda yaşamını yitirdi. Ölenlerin anısına, olguların ışığında, geçmişin bütün katlanılan zahmeti adına üslupta, ahlakta, olgular karşısında saygı beklemek hakkımızdır.