‘Milliyetçilik, savaştır!’ (François Mitterand-Brüksel)
Konu, çok yakıcı ve uçurumun kenarına kadar gelmiş türden acil, zira tehlikeli!
Bir kristalin, güneş ışınlarının, içlerinden geçip farklı hareler yaratığı kadar, çok yüzleri var...
Yirmi beş yıl, Diyar-ı Frengistan’larda arz-ı endam etmiş birisi olarak; göçmen - sürgün yaşamı, mültecilik, Alamancıların deyişiyle azüllük yani ilticacılık tarzı hayata aşinayız…
Sayın Erdoğan’ın, Suriyelilere vatandaşlık vereceğiz demecinden söz ettiğimizi anladınız…
Öğrendiğimiz anda, şaşırdığımız, konuyla ilgili bir teknik gerçeği önce sizle paylaşalım…
Suriyelilere, ellerini-kollarını açtığı görünümü veren Türkiye’miz, Ankara, 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi'ne göre tüm başlıkları henüz imzalamamış; sadece coğrafi sınırlama şartıyla yani ben sadece şu bölgeden gelenlere mültecilik veririm deyip, kısmi imzalamış…
Peki, Türkiye’nin kollarını açıp, kabule hazır olduğu mülteciler nereden acaba, diye sorun..
Sıkı durun ama gülmeyin acı-acı… Türkiye, Batı Avrupa ülkelerinden gelenlere mülteci statüsü vermeyi taahhüt ediyor; dünyanın başka bir bölgesinden gelene ise hayır!
Şaka gibi sanki…
Tanrı’nın yarattığı güzel cinsin (kadınların) fiziki güzelliklerinin dillere destan olduğu, eski SSCB devletlerinden birinin hanımlarının yan yana fotoğraflarının altına Türkiye halkı bu mültecileri kucaklamaya hazır diye yazan sosyal medya şakaları gibi…
Yani, Türkiye’miz, Paris veya dağ başından ama sonuçta Fransa, İtalya, İsviçre, Almanya, Avusturya, Portekiz, İspanya ve Batı Avrupa ülkelerinden mülteci kabul ediyor, sadece!
Büyük bir misafirperverlik doğrusu, gözlerimiz doluyor! Suriye’lilere mülteci statüsü değil, geçici korunma başlığında, ancak sığınmacı statüsü verebiliyoruz...
Neyse şaka bir yana, biraz ciddiyet hanımlar beyler…
Şaka bir yana… Türkiye’nin, alt alta sıralanacak, siyasi, iktisadi, kültürel, dini, mezhebi, tarihi, eğitsel, dünün derinliklerinden gelen gelenek-görenek-beğeni-nefret-refleksleri, objektif-sübjektif vs şartları dikkate alındığında, kötü, çok kötü değil, felâket olur…
İster 3 milyon, ister daha az Suriyeliye vatandaşlık verildiği an, önce bizzat Suriyelilere, sonra da Türkiye’ye, büyük kötülük edilmiş olur. Bazı şeyleri önceden söylemek gerekiyor...
Mültecilere, sırf yabancı oldukları için karşı olduğumuz asla düşünülemez; tersine, meseleyi etimiz-kemiğimizin üzerinde, yıllarca yaşadığımız için, uyarı yapmayı görev biliyoruz…
Kızsak, eleştirsek de, Fransa’nın sosyal devlet olarak, Türkiye’den ileride olduğunu teslim ederiz değil mi? Yok bunu kabul etmezsek, konuşmayalım daha iyi… Özellikle 1980 sonrası, Mitterand’ın cumhurbaşkanlığında, tüm sosyalist hatta sağcı (sosyal devlet oturmuş bir kere) hükümetlerde, onların içinde de Pierre Mauroy dönemi, bunu çok iyi görmüşüzdür…
Böyle olmasına rağmen 2000’li yılların ortalarında, Fransa geneli, 12 bin arabanın üçüncü-dördüncü kuşak Cezayir’li gençler tarafından yakılmasına engel olunamadı, hatırlayın…
Üstelik Türkiye’nin yapmak istediği gibi, 3 milyon insanı birden vatandaşlığa değil; yıllara yayarak, salt regroupement familial yani aile birleşimi ile on binlerce göçmen işçinin eş ve çocuklarına uzun süreli oturma-çalışma izni vererek… 29 Nisan 1976’da Valery Giscard d’Estaing’in Cumhurbaşkanı, Jacques Chirac’ın da Başbakanlığında…
Onlara, Fransızca (gerçi göstermelikti başta) dil kursu, yol - yordam eğitimi, resmi dairelere başvurmayı, hak talep etmesini, dilekçe yazmasını, hangi devlet memuruyla hangi konular için görüşülebileceğini öğreten eğitim vermesine rağmen…
Ama çünkü yetmiyordu işte, bu kadar basit değildi mesele… TOKİ gibi toplu konutlara tıkıştırıldı tüm göçmenler, özellikle banliyölerde; onlara rekreasyon alanı, akşam saatleri, hafta sonları, yaz tatilleri, kış bayramları, okul dışı zamanlarda çocukların ne yapacakları öngörülmemişti mesela… Göçmenler ise 60’lı yıllarda, fabrikalara kontratlarla gelmişlerdi; pekiyi 90’larda, liberal ekonomi gereği, fabrikalar kapanıp, Polonya, Çin, Tayland, Hong Kong’a taşınınca aynı göçmenlerin işsiz kalacakları öngörülmemişti. Peki, onların kadınları, vasıf yok, eğitim yok, ehliyet yok, ne işle uğraşacakları da öngörülmemişti… Evrensel kural burada da geçecekti, üretimde olmayanlar, haliyle kolaya kaçacak ‘yan’ yollara sapacaktı, Göçmen çocukları, zaten toplumdan dışlanıyor, adapte olamıyorlardı, bir de üretimde yer bulamayınca hoş geldiniz delinquency yani suç üretimiyle dolu dünyaya…
Özetle geçiyoruz bu başlığı; aslında başlı başına bir yüksek lisans tezi konusudur…
Gelelim başka bir gerçeğe…
Stalin başta olmak üzere, halkları birbirine (kültür, gelenek, toplumsal kodları uyar /uymaz) karıştırma yöntemi armoniyi değil kakafoniyi oluşturacağı kanıtlanmıştır…
Suriye’den gelenleri salt, yüzü Mekke’ye dönük insandan zarar gelmez, kıstasıyla, Türkiye toplumuna entegre edemezsiniz… Oluşacak sosyolojik patlamanın lafı bile olmaz!
Bu arada, Suriye’den gelenlerin içinde bu mezhepten gelenleri kabul ederim, şu mezhepten olanları etmem; hele-hele bu dinden olanları kabul ederim, şu dinden olanları etmem filan demeye kalksak, işte orada elimizle, başımıza, ne bela yumurtaları kırarız acaba… Ha, kitabına uydururuz, herkese açığız deriz ama kabul eden biz değil miyiz, işimize gelmeyeni kabul etmeyiz filan da diyemeyiz… El akılsız da biz mi akıllıyız? Anında sırıtır dümenimiz…
Zaten, bugüne dek Bulgaristan, Yugoslavya, Yunanistan, Arnavutluk, Romanya, Bosna, Türkistan, Azerbaycan, Çeçenistan, Irak, Rusya vd yerlerden 20 yılda bir taze kan ithal ettiğimiz gibi; bu kez de Suriyelilerle yine demografik yapıyla uğraşmayı düşünüyorsak; zaten toplum olmuş olacağa kadar, dahasını kaldıramaz, toplum patlar, bunu mu istiyoruz?
Hele bir de Sünnileri, Alevilerin olduğu, Suriye Araplarını da Kürtlerin olduğu yerlere yerleştirmek gibi, miadını çoktan doldurmuş dermanlarla, toplumsal dertlerimize çözüm bulmaya çalışsak, inanın derman değil zehir şırıngası yapmış oluruz. Şimdiden söyleyelim…
SSCB’nin yıkılışından sonraki – yaşadığımız - bu dönemi saymazsak; tüm uygar dünyada milliyetçilik, sönen bir alev halini almıştı. Yine - tekrar taşlar yerine oturunca - milliyetçilik, fanatizm-ırkçılık sönecek gelecek dünyada… Ama bu gidişle, milliyetçilik (yurtseverlik ve vatandaşlık bilincini karıştırmayalım) ateşi hangi ülkelerde zor söner, biliyor musunuz?
Geleneklerinde devşirme kültürü olan, 20 yılda bir taze kan ithal edip; gelenlerin, geldikleri yere - minnet duyma hissiyatıyla - kraldan fazla kralcı davranarak, rasyonel düşünmeyi terk etmiş insanlarla beslenen, toplumlarda ancak sönmez…
Bu da ne demektir biliyor musunuz? Savaş, toplumun - ülkenin içinde yani kendi kendine ve ülkenin dışında, savaş demektir…
Neden mi?
Cevabını François Mitterand’ın vefat etmeden, 17 Ocak 1995 tarihinde, Strasbourg’da, katıldığı son Avrupa Parlamentosu’nda, yaptığı tarihi konuşmasının sonunda vermişti… Le nationalisme c’est la guerre yani milliyetçilik savaştır!